SUSAM VE ZAMBAKLAR

    İngiliz yazar ve eleştirmen John Ruskin “Susam ve Zambaklar” adlı eseriyle 19. yüzyılın klasikleri arasında yerini almıştır. Edebiyat ve sanata dair birçok farklı türde eser veren sanatçının dikkat çeken bir diğer yanı Avrupa’yı gezen ve bu izlenimlerini eserlerine yansıtan bir aydın olmasıdır. “Susam ve Zambaklar” kendi deyimiyle “ kitaplar ve kadınlar” üzerine yazılmış iki konferans yazısıdır. İlk konferansta konu edebiyat, bilim, mimari, resim, heykel; insan, sanatçı, doğa ve bunları bir evrende birleştiren kitaptır. İkinci konferansta kadın ve erkek arasındaki ilişki ile kadının ve erkeğin toplumdaki konumu üzerine önemli noktalara parmak basmış. Öyle ki sayfalar arasında dolanırken kendimizi 19. yüzyılın kadın erkek sorunsalıyla karşı karşıya değil de günümüzün kanayan yarası olan durumun içindeymişiz gibi hissederiz. Ve bu noktada Ruskin’in “ Susam ve Zambaklar”ının neden klasikler arasında yerini aldığını bir kez daha anlarız. Bu konuda soru işareti uyandıran bir diğer nokta ise 19. Yüzyılda kadın erkek arasındaki eşitsizliğin üzerinde bu kadar durulmasına rağmen günümüzde yani 21. yüzyılda da tüm canlılığını sürdürüyor olmasıdır.
    “…kitaplarda gizli olan hazinelerden, onları nasıl elde ettiğimizden, nasıl yitirdiğimizden bahsedeceğimi hemen anlayacaksınız( Sf. 65 ).” Tarih boyunca insanlık meramını anlatmak için bir araca ihtiyaç duymuştur ve bunun sonuçlarından biri de kitaptır. Yüzyıllardan günümüze aktarıla gelen her ne varsa yazıyla, kitapla gerçekleşmiştir. Ruskin dün kitaplardan hazinelerden, onları elde etme şeklinden ve yitirilişinden bahsetti. Kendinden önceki kitaplardan ve içlerindeki cevherlerden beslendi. Yok oluşlarına da tanık olduğu bu hazin neticenin küllerini bize aktardı. Aslında yazar burada “ben görevimi sana devrediyorum, yitirilen bir hazine var. Kurtarabildiklerimi sana aktarıyorum ve senin görevin de bu hazineyi zenginleştirip bir diğerine aktarmaktır.” demektedir.  “Bir kitabı okuduğunuz takdirde öbürünü okuyamayacağınızı, bugün kaybettiğiniz şeyi yarın kazanamayacağınızı biliyor musunuz?” hayat tercihlerden ibarettir. Her kazancın bir kaybı gerektirdiği ve aynı zamanda şu anki kaybın peşine düşmektense şu andan elde edilebileceklere odaklanmak gerektiği ifade edilmiş. İnsan birdir ve bir kişi aynı zamanda iki farklı yerde olamayacağı gibi aynı zamanda içinde bulunduğu zamanının değeri ancak o zaman içinde değerlendirildiğinde anlam ve değer kazanır.
    Toplumda istediği eğitimi alamamış anne babalarda dikkat çeken en önemli noktalardan biri çocuklarını kendi okumak istedikleri alanlara yönlendirmeleridir. Bir anlamda kendi yaralarına aradıkları yara bandı çocukları oluyor. Yarış atı gibi sınavdan sınava koşturulan, okul saatleri sonrası özel eğitimler, arkadaşlarından daha “fiyakalı” olmaları için en son teknolojik araçlarla donatılan ve çocukluğa dair olmayan her ne varsa çocuklarının “geleceği” için sunan aileler her geçen gün artarak devam etmektedir. Ruskin bunun en güzel açıklamasını daha 19. yüzyıldan yapar,   “…anne babalardaki (bilhassa annelerdeki) "çocuklarının hayatta edinecekleri mevki" düşüncesinin diğer düşüncelere baskın olması dikkatimi çekti. ‘İnsanı okumak kurtarır’ sözü bu durumu çok iyi örnekler. Anladığım kadarıyla yazanların birçoğu iyi bir eğitim peşinde değiller. Hatta öğretimin doğruluğuna bile önem vermiyorlar. Asıl önemsedikleriyse; çocuklarının karnı tok sırtı pek olmaları, varlıklı evlerin kapılarını kendilerine güvenerek çalabilmeleri ve nihayetinde kendilerinin de böyle bir eve sahip olabilmelerini sağlayacak bir eğitim (Sf. 66 ).”
     Günümüzde de güncelliğini artarak devam ettiren bir diğer konu insanların statü, şan, şöhrete duydukları karşı konulmaz arzularını karşılamak için yapmayacakları şeyin olmamasıdır. Kimi koltuk sevdası için karakterini yani onu var eden insan olma vasfını gözünü kırpmadan verebilmektedir. Yani birey başkasının gözünden onurlu olarak görülmek için onurunu bir kenara bırakabilmektedir. Ruskin, “ ‘hayatta ilerleme’ düşüncesi; dikkat çekici olma, başkalarının saygıdeğer veya onurlu sayıp onayladığı bir mevkide olma olarak anlaşılıyor. Bu ilerlemeyle genelde para kazandığımızı değil, kazandığımızın bilinmesini; büyük bir hedefi gerçekleştirmeyi değil, gerçekleştirdiğimizin bilinmesini kastediyoruz. Kısacası beğeniye olan açlığımızdan duyduğumuz hazzı kastediyoruz. Bu açlık asillerin son zaafıysa iradesizlerin ilk zaafıdır ve genellikle orta sınıfın en kuvvetli itici gücüdür( Sf. 67 ). “Bizdeki bu itici gücün ‘hayattaki ilerleyişin’ ana fikri olması, bulunduğumuz konumdan ‘iyi topluma geçiş’ dediğimiz ilerlemenin sonucudur. İyi bir topluma dahil olmak istiyor. Aslında dahil olmak değil, öyle görünmeyi arzuluyoruz ve bu arzumuz böyle görünmenin dikkat çekiciliğinden kaynaklanıyor ( Sf. 68 ).” Şeklinde çağlar boyunca insanın insan olma onurunu nasıl da bir hiç uğruna yok ettiğini göstermektedir.
     Okur olarak birçok kişinin okuduğu kitapların sayfaları arasında kendini bulduğunu söyler. İtiraf etmeliyim ki benim de kimi zaman benzer düşüncelere kapıldığım oluyor. Tutunamanlar’daki “Selim İleri”yi her okuyan kendinden mutlaka bir parça bulur ya da bulmak istediği için bulduğunu iddia eder. İşte bizlerin kitaplardaki anlatılanlarla özdeşleşme merakımız ya da ihtiyacımızın altında yatan gerçeği Ruskin şu sözlerle çarpıcı bir şekilde önümüze serer, “Birçoğumuz bir kitap için ‘Ne güzel bir kitap bu, tıpkı benim düşündüğüm gibi’ deriz, oysaki asıl düşünce şudur; ‘Ne garip bir kitap bu, daha önce hiç böyle düşünmemiştim oysa şimdi anlıyorum ki ne kadar da doğru ya da şimdi anlamasam da umarım bir gün anlayacağım.’ Kabul edin veya etmeyin, en azından kendi düşüncelerinizi bulmaya değil, yazarın düşüncelerini anlamaya çalışacağınıza da emin olun ( Sf. 76 )” ve insanı fiiliyatları üzerine bir kez daha düşünmeye sevk eden bu sözleri dikkate alarak şimdiye kadar okuduğumuz her ne varsa belki tekrar okumak gerekir.
    Medya iletişim araçları günümüzün en önemli kitle iletişim araçlarıdır. Bu iletişim araçları bir anlamda insanların işini kolaylaştırırken öbür yanda eğitim alt yapısı düşük olan kitlelerin yönetimi için kötü niyetli insanlar için önemli bir silah haline gelmiş durumda. Öyle ki oturduğu koltuğundan dünyanın dört bir yanındaki insanların hayatlarına mal olabilecek kararları bir tuşa basarak verebiliyor. Bu ciddi tehlikelerin önüne geçmek için insanları hipnotize eden güçlerin gücünü kıracak faaliyetlere yönelmek gerekir ki bunun temeli de bilindiği üzere ciddi bir eğitimdir. Ruskin’in ifade ettiği gibi, “Çoğu zaman sanki nezleye tutulmuşçasına duygulanır ve sürü psikolojisiyle düşünürler. Kimi zaman öyle ufacık bir şey onların kükremesine yeterliyken, kimi zaman öyle büyük sorunları bir saate kalmadan unuturlar. Öte yandan bir beyefendinin veya asil bir milletin tutkularıysa adil, ölçülü ve süreklidir. Örneğin (…)iki sene boyunca savaşın sadece pamuk fiyatlarını ne kadar etkilediğini dikkate alarak, hangi tarafın haklı olduğuna aldırış etmeden evlatlarının birbirlerini katletmelerine göz yummaz ( Sf. 99 ). Asil bir millet sürü psikolojisine kapılmaz basit olayları insandan daha değerli kılmaz. Ruskin’in asil olarak ifade ettiği kesimi günümüz diliyle “aydın” olarak ifade etmenin savunulan görüşe daha uygun olacağını düşünmek gerekir.
    Yıllardır oturduğumuz mahallede her geçen gün mağazalar, alışveriş merkezleri, kafeler artarak açılmaktadır. Öte yandan kitabevleri bir elin parmağını geçmez. Yıllardır hala mahallemizin bir kütüphanesi yok. İşte kitaba ve dolayısıyla düşünme yetimize yapılan yatırım bundan ibaret. “Edebiyata harcanan parayla lükse harcanan parayı kıyaslasak, durum ne olur dersiniz? Şimdi, beden için değil zihin için yemekten bahsedeceğiz. İyi bir kitapta bitip tükenmek bilmeyen yiyecekler vardır. Onda vücudumuzun en mükemmel kısmı olan kafamız için ömür boyu yetecek kadar yiyecek vardır. Yine de çoğu kişi kocaman bir kalkan balığına vereceği parayı iyi bir kitaba vermeden uzun uzun düşünmekten alamaz kendini. Öte yandan dişinden tırnağından artırdıklarıyla kitap alan insanlar vardır, yine de bu harcamalar birçok kişinin akşam yemeği harcamalarından çok daha ucuzdur ( Sf. 102 ).” Kitaplar gerçek dünyanın kapılarını aralamamızı sağlayan, içinde bulunduğumuz duruma durup bakmamızı sağlayan önemli “zihin açar”lardır. Ama işin ilginç yanı insanı yöneten asıl uzva yatırım yapmak yerine vücut için çok da gerekli olmayan şeylere yapılan harcamadır. Acı olan nokta şudur ki kitaplara yapılan yatırım yani zihne yapılan yatırım artık ilginç gelmeye başlamıştır.
    Yaratılıştan günümüze kadar kadın ve erkek arasında her zaman bir güç yarışı olduğu görülmektedir. Çoğunlukla erkek kadından üstün görülmekte bu üstünlük doğrultusunda her iki cinse “üstünlüklerine” uygun roller verilmektedir. Bunun sonucu olarak da tarih boyunca –eşit oranda olmalarına rağmen- kadınlar özgür bir birey olarak toplumdaki yerini alamamıştır. Bu durumu pekiştirecek bahaneler kimi zaman dini gerekçelere dayandırılmış, kimi zaman aradaki fiziki güç dayanak olarak gösterilmiş ve neticede hala bu her iki cins arasında ciddi anlamda yaşam farkı olduğu görülmektedir. Ruskin bu konu üzerine şöyle eğilmektedir, “Kadının ve erkeğin doğasındaki ilişki, zeka kapasiteleri ve meziyetleri şimdiye kadar hiç böylesine kesinkes kabul edilmemişti. Sanki görevleri ve hakları erkeklerinkinden ayrılabilirmiş gibi, kadınların görevleri ve hakları hakkında bir şeyler duyuyoruz. Sanki karı koca birbirinden bağımsız farklı türde yaratıklarmış gibi teklif edilemez savları işitiyoruz. En azından bunlar yanlıştır. Az biraz yanlış değil aksine aptalca bir yanlışsa, (kanıtlamayı umduğum şey bu) bir kadını kocasına koşulsuz şartsız bir köle gibi boyun eğmeyi borç bilen ve güçsüzlüğüyle kocasının üstünlüğünü kabullenen bir hizmetçi ve bir gölge olarak görmektir. Demek istediğim, kadınlara ilişkin en aptalca yanlış onları erkeklerin yardımcısı bir varlık olarak görmektir. Sanki bir gölge ya da bir köle ona gerçekten yardım edebilirmiş gibi ( Sf. 135 ).  Erkek, erkek olduğu kadar kadın da kadın olduğu kadar kadındır. Her iki cinsin bir birbirinden farklı ve birbirini bütünleyen nitelikleri var. Bir kadın olmadan bir erkeğin var olamayacağı gibi bir kadının olabilmesi için bir erkeğin varlığına ihtiyacı vardır. “Bir cinsiyetin ötekine, sanki benzer şeylerle kıyaslanabileceklermiş gibi, üstünlüğünden bahsederek aptallık ediyoruz hem de haklı çıkarılamaz bir aptallık. İkisinin de bir diğerinde olmayan, birbirini tamamlayan bir diğeriyle tamamlanan yanları var. Hiçbir benzer yanları yok ve ikisinin de mutluluğu ve mükemmelliği, karşılıklı olarak verebilecekleri şeyleri isteyip elde edebilmelerine bağlıdır ( Sf. 148 ).” Sözleriyle Ruskin dilimize, düşüncemize tercüman olmakta.
    Ruskin “ Susam ve Zambaklar” la 19. Yüzyıla ışık tutarken arada geçen asırlara rağmen insanların değişmesi, bilimin, uygarlığın biraz daha gelişmiş olması ve bunun insan hayatına yansıması sonucu daha olumlu sonuçlar beklerken geçmişteki sorunların tekerrür ettiğini görmek gerçekten oldukça şaşırtıcı bir durum. 19. yüzyılın ebeveyninin duyduğu telaş, sürü psikolojisiyle uyutulan/yönetilen toplumlar, kadın ve erkek eşitsizliği üzerine hala artarak devam eden tartışmalar, hala kitaplara para yatıranlara şaşırtıcı bir şekilde bakmalar… yani çağlar değişiyor, bilim ilerliyor, uygarlık çağ atlıyor ama temel sorunlar sanki bir hayvan türünün ona özgü iç güdüsüymüş gibi bizimle birlikte, yürümekte çağdan çağa…






KİTAPLARDAN KURTULACAĞINIZI SANMAYIN

    Jean-Philippe deTonnac’ın Umberto Eco ve Jean-Claude Carriere ile yaptığı söyleşi ile Kitap ölmeyecek, Kalıcı veri depolama ortamlarından daha geciçisi yoktur, Waterloo Muharebesi’ne katılmış olan herkesin ismini saymak, Elenmişlerin rövanşı, Bugün yayımlanan her kitap bir postincunabula' dır, İlle de bize ulaşmayı isteyen kitaplar, Geçmişle ilgili bildiklerimizi alıklara, ahmaklara ya da hasırcılara borçluyuz;  Kendini gösterme merakını hiçbir şey durdurmaz, Aptallığa övgü, İnternet ya da Damnatio Memoriae'nin imkansızlığı Ateş vasıtasıyla sansür, Okumadığımız bütün kitaplar, Mihraptaki kitap ve “Cehennem”deki kitaplar, İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur? Konu başlıkları altında kitapların beş bin yıllık tarihini, eteklerde biriken çakıl taşları misali günümüze dek süregelen sayısız konu üzerine kafa yoruyorlar. Her satırı okudukça kendinizi bir çocuğun meraklı bakışları içinde kaybediveriyorsunuz. Son sayfaya gelince bu bitmemeliydi dedirtiveriyor mütemadiyen…
    Hızla gelişen teknolojiden uzak durmanın imkansız olduğu bir çağda her birimizin mutlaka şimdiye kadar belki sayısını bile unuttuğu flash belleklerle türlü bilgilerimizi, dosyalarımızı depolarız. “sayısız” kavramına ayrıca dikkat etmekte yarar var. zira bu bellekler ya (benim gibi unutkansanız) kaybolur ya içindeki bilgiler bir süre sonra bozulur ya da yeni sürümler ortaya çıkar ve buna uygun olarak teknolojik cihazların yuvaları değişir, yeni versiyonlar çıkar ve bir bakarsınız ki geriye elinizde veriye dair hiçbir şey yok. Bu da doğal Eco’unun da ifade ettiği gibi “(…)kalıcı veri depolama ortamlarından daha geçici bir şey yok ( sf. 11 ).” Her ne kadar geçmiş teknikleri reddetsek de o tekniklerin güvenilirliğini de reddedemeyiz. Söyleşinin etrafında şekillendiği asıl nokta kitaplardır. Teknolojinin kitaplara etkisi… Flash belleklerden verdiğim örnekten hareketle,  “Beş yüzyıl önce basılmış bir metni okuyabiliyoruz hala. Ama topu topu birkaç yıllık bir elektronik kaseti veya bir CD- ROM’u artık okuyamıyor, seyredemiyoruz. Eski bilgisayarlarımızı mahzenlerimizde muhafaza etmedikçe ( sf. 11 ). Buradan film sektörünün hızlı değişimi ve teknolojik sözde gelişimi eldeki film koleksiyonlarını nasıl işlevsiz hale getirdiğini göstermekte. Bu karşın kitap koleksiyonu kitabın hatta yazının icadıyla birlikte varlığını devam ettiren önemli bir durumdur. Eco da bu konu üzerine günümüzde yaşanabilecek bir kazayla örneklendirerek kitap koleksiyonu oluşturma sürecini ve karşısındaki muhalefeti şöyle ifade eder, “(…)Kitap koleksiyonu yapma fikri çok eskidir. Yani filmlerin başına gelenler kitapların başına gelmedi. Yazılı sayfa kültü, daha sonra da kitap kültü, yazı kadar eskidir. Romalılar daha o zamandan tomarlara sahip olmak ve koleksiyonunu yapmak isterlermiş. Kitapları kaybettiysek, başka sebeplerden kaybettik. Dini sansür sebebiyle yok edildiler yahut da kütüphaneler ilk fırsatta yanmaya meyilli oldukları için yok oldular, tıpkı katedraller gibi, çünkü her ikisi de büyük ölçüde ahşaptan inşa edilmişti. Ortaçağ’da yanan bir katedral ya da bir kütüphane, Büyük Okyanus’a düşen bir uçağın gösterildiği bir savaş filmi gibidir az çok. ( sf. 14 ).” Günümüzün en önemli faktörü haline gelen enerji olmadan elimiz kolumuz bağlı bir durumda olduğumuz yerde kalırız. Bir sunum yapacaksak bilgisayarımızın elektriğe ihtiyacı olacaktır. Okul, işe gitmek için bindiğimiz tramvay elektrik olmadan hantal bir demir yığını olarak ortada kalakalır, yemek pişmez, soğuktan donarız… örnekleri çoğaltmak mümkündür. Tüm bunların yanında bilgi ve dosyalarımızı depoladığımız bilgisayarların yok olmasıyla ya da maazallah elektriğe halel geldiği anda elde avuçta ne varsa yedeklemediyseniz evvelden yok olup gider. Ve bunların yanında kitabın o tadına doyum olmaz okuma zevkini Eco şöyle ifade eder, “ Elektrik olmazsa, her şey geri dönüşü olmayacak bir şekilde kaybolur. Buna karşılık, görsel-işitsel miras yok olup gittiğinde, gündüz vakti ya da geceleyin mum ışığında kitap okuyabiliriz hala. XX. yüzyıl kendine, kendi tarihine ilişkin hareketli resimler ve kaydedilmiş sesler bırakan ilk yüzyıldır, ne var ki bunlar henüz güvenilir olmayan veri depolama ortamları üstünde. Garip: Geçmişe ait hiçbir ses yok elimizde. Kuşların ötüşünün, derelerin şırıltısının aynı olduğunu tahayyül edebiliriz elbette ( sf. 15 ). “ Gördüğümüz üzere, modem veri depolama ortamları çabucak kullanımdan kalkıyor. Dilsiz ve okunmaz hale gelme riski taşıyan nesnelerle neden elimizi kolumuzu dolduralım? Kitapların, kültür endüstrilerimizin şu son yıllarda piyasaya sürdüğü her nesneden üstün olduğunu bilimsel olarak kanıtladık. O halde, kolayca taşınabilir ve zamanın vereceği hasarlara direnebileceğini ortaya koymuş bir şey kurtarmalıysam, kitabı seçerim ( sf. 18 ). Baş döndürücü bir şekilde değişen giyim, kuşam, kitap, sanat, edebiyat… Çağımızın belki vebası olarak görülebilecek bir olaydır. Bir güne adapte olamadan diğer günü getirdikleriyle bir öncekini önüne katıp bilinmez dehlizlere gönderiyor. İşte bu süreci insanlığa verdiği en önemli hasarlardan biri anı yaşamayı bırakıp geleceğe yönelik var gücümüzle çalışmak, çabalamak ve yaşamamız gereken zamanı heba etmek… “Şimdiki zamanın, dediğiniz gibi ortadan yok olması, eskiden otuz yıl suren modaların bugün otuz gün sürmesinden kaynaklanmıyor yalnızca. Bu, üzerinde konuşmakta olduğumuz nesnelerin geçersizleşmesi sorunu aynı zamanda. Ömrünüzün birkaç ayını bisiklet öğrenmeye ayırırdınız, bunu dağarcığınıza bir kere attınız mı geçerliliğini omur boyu korurdu. Şimdiyse yeni bir bilişim programını anlamak için iki haftanızı ayırıyorsunuz ve bu programa aşağı yukarı hakim olduğunuzda bir yenisi satışa sunuluyor, dayatılıyor. Demek ki, kaybolan bir ortak hafıza sorunu değil bu. Bana göre, şimdiki zamanın oynaklığı sorunu daha ziyade. Dingin bir şimdiki zamanı yaşamıyoruz artık, devamlı geleceğe hazırlanma gayreti içindeyiz ( sf. 30 ).
   Eco’nun bir diğer eleşitirisi ise bilgisayarın kitabın yerine konulmaya çalışılması üzerinedir. Bir kitabı okurken evirip çevirebiliriz, rengârenk kalemlerle istediğimiz notları o an kitapların üzerinde alabiliriz. Bilgisayarda okunan kitaplar, çalışılan dersler çoğu zaman zorunlu olarak çıktı almamızı gerektiriyor. Eco da teknolojinin kolaylaştırıcı olması gerekirken maliyeti katlaması üzerine durmakta, “(…) yeni tekniklerin yol açtığı kültürel değişikliklere bağlı gayet düşündürücü bir olguya değinmek isterim. Bilgisayar kullanıyoruz ama deli gibi cıktı alıyoruz. On sayfalık bir metin için, elli kere cıktı alıyorum. Bir düzine ağaç katlediyorum, hâlbuki bilgisayar hayatıma girmeden önce belki sadece on ağaç katlediyordum ( sf. 54 ).” Kitabın yeni keşfi söz konusu değildir. Zira o binlerce yıl önce keşfedildi ve artık bu keşfin ötesi olmayacak. Bunu güzel şu güzel örnekle daha iyi ifade edebiliriz, “(…)XVI. yüzyılda, Venedikli matbaacı Aldo Manuzio, taşıması çok daha kolay olan cep kitabını yapmak gibi müthiş bir fikir bulacaktı. Bildiğim kadarıyla, bilgiyi taşımanın daha etkili bir yolu bulunmadı. Bilgisayarı bile, bütün o gigabytelarına rağmen, elektrik prizine takmak gerekli. Kitapla böyle bir sorun yok. Kitap tekerlek gibidir. Bir kere icat ettikten sonra, daha ileri gidemezsiniz ( sf. 57 ).”
   Bu şaheser söyleşi kitapla başlayıp kitapla bitiyor. Ama iki kitap arasına insanlığın doğuşundan başlayıp süregelen olayların çoğuna tanık olmaktayız. Teknolojinin olumsuz yanlarının eleştirildiği söyleşide olumlu noktaların da hakkını verircesine tespitlere rastlamak mümkün, “(…) Yine de küreselleşen toplumda her şeyden haberdar olduğumuz ve bunun sonucunda da harekete geçebildiğimiz kanaatindeyim. İnternet var olsaydı Yahudi soykırımı mümkün olur muydu? Emin değilim. Herkes olan biteni anında öğrenirdi... Çin’de de durum aynı. Çinli yöneticiler internet kullanıcılarının erişebildiği şeyleri denetlemeye çok uğraşsalar da, bilgi her şeye rağmen dolaşıma giriyor, hem de iki yönlü olarak. Çinliler dünyanın geri kalanında neler olduğunu öğrenebiliyorlar. Biz de Çin’de neler olduğunu öğrenebiliyoruz ( sf. 107 ). Eser gerçekten önemli tespitler sunuyor bizlere. Kitapların yerini almaya çalışan teknolojinin bu noktadaki işlevsizliğinin yanında uygarlık eleştirisi, ülkeler, dinler, ırklar, diktatörler, savaşlar… yani bir insanlığa dair ne varsa sayfalara ilmek ilmek işlenmiş bize de dokunan bu ilmekleri çözümlemek kalıyor. Son olarak dikkatimi çeken bir alıntıya vermekte fayda görüyorum. Zira burada bir uygarlığın zayıf bir noktasından ya da bir dine mensup negatif bir grubu tüm dine mal etmenin yanlışlığının farkına varmanın yollarına ulaşırız kısmen. “Günümüzde, Müslüman-Arap uygarlığını bazen bundan ibaretmiş gibi gösteren bu terörist eylemler, bu uygarlığın geçmişteki azametini neredeyse örtme noktasına varacak sonunda. Aynı, Azteklerin kanlı kurban törenlerinin, Aztek uygarlığının tüm güzelliklerini yüzyıllarca örttüğü gibi. İspanyollar bunun yankısını geniş ölçüde artırmışlardı, öyle ki, mağlupların uygarlığının kalıntılarını ortadan kaldırmak istediklerinde, ortak hafızada bu uygarlığa ilişkin olarak kanlı kurban törenlerinden başka hemen hemen hiçbir şey yoktu. Bugün aynı tehlike İslam’ın başında: yarın öbür gün, yakın dönem hafızamızda, sırf bu terörist şiddetten ibaret olmak. Zira hafızamız, tıpkı beynimiz gibi, indirgeyicidir. Ayıklama ve indirgeme yöntemine başvururuz durmadan ( sf. 106 ).”




KÂĞIT MEDENİYETİ

   Mehmet Orhan Okay 26 Ocak 1931 tarihinde İstanbul, Balat'ta doğdu. Vefa Lisesi'ne gitti. Burada Nurettin Topçu’nun öğrencisi olmuştur. 1955'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi.Birkaç yıl çeşitli yerlerde öğretmenlik yaptıktan sonra, Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde asistan olarak çalışmaya başladı. Atatürk Üniversitesi'nde1963'te doktor, 1975'te doçent, 1988'de profesör oldu. 1994’e kadar burada akademik hayatını sürdürmüştür. Bu tarihten sonra emekli olup vefatına (3 Ocak 2017) kadar çeşitli vakıf üniversitelerinde çalışmalarını sürdürdü.
   Okay, “ Kağıt Medeniyeti’nin” yanı sıra Sanat ve Hayat, Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti, Abdülhak Hamid'in Romantizmi, Necip Fazıl, Sıcak Yarada Kezzap , Mehmed Akif, Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam, Anadolu'dan Hatıralarla Nurettin Topçu'nun Mektupları… gibi birçok esere imza attı. Topçu’unun başarılı çalışmaları kendisine ödüller de kazandırdı. Bunlardan; 1976 TMKV İnceleme Ödülü, 1977 Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Kültür Adamı Ödülü, 1990 Türkiye Yazarlar Birliği Edebî Tenkit Ödülü, 1998 Kombassan Vakfı Mevlânâ Büyük Ödülleri-Edebiyat Ödülü sayılabilir.
   “Kağıt Medeniyeti”  Orhan Okay’ın çeşitli tarihlerde çeşitli konular üzerine yazdığı deneme, köşe yazılarının derlendiği bir kitaptır. Kitabın adının “Kağıt Medeniyeti” koymasını şu sözlerle ifade eder: “ Denemeler kitabımın adını ‘Kağıt Medeniyeti’ koyarken belki birçokları için çağımızın bilgisayar çağı olduğunu düşünmedim değil. Bilgisayar, “genel ağ” teriminde kullanıldığı gibi gerçekten bir ağ gibi dünyamızı, belki kâinatı sarmış. Örümcek ağı gibi dersem ona biraz da olumsuz bakışımı galiba daha iyi ifade etmiş olacağım. Medeniyetimize hala ve ısrarla kağıt medeniyeti demeye devam etmek istiyorum. İnsanlığın geçmiş bütün bilgi ve kültür ve birikimler bir yandan kâğıtlardan ekranlara depo edilip durmasına rağmen gönlüm bu birikimi hala kağıt üzerinde görme arzusunda. Bilgisayarın yaygınlaşması ve büyük bir süratle gelişmeye başlamasından yarım yüzyıla yakın bir zaman geçmesi karşısında kâğıdın hala saltanatını devam ettirmesi bu arzumun, temennimin pek de boş olmadığını gösteriyor(…) (sf. 6 ).” Anlatıldığı üzere dünya hızla bir ağ ile çevrelenmekte ve yüzyılları hatta kültürü oluşturan kitaplar da hızla sanal sayfalar arasındaki yerini almakta. Kültürü dolayısıyla bir anlamda insanlığı oluşturan bu kitapların sanallaşmasının yanlışlığını Okay “Kağıt Medeniyeti” ile vurgulamakta. Aslında medeniyeti oluşturanın kâğıt olduğunu açık bir şekilde anlamaktayız.  Okay, Kültür, Kağıt Medeniyeti; Teknoloji, Siyaset, Toplum ana başlıkları altında kitabın önemi üzerine dururken aynı zamanda Batı medeniyeti ile Doğu medeniyetini de ince bir elekten geçirir. Doğru ve yanlış kavramlarının; modern ya da demode kavramlarıyla toplumların sindirilme amaçlarını anlatır. Teknolojinin her geçen gün ilerlemesinin yanında insanların daha fazla zaman kazanmaları beklenirken, daha ilerleme kaydetmeleri beklenirken daha bağımlı bir toplumun oluşumuna zemin hazırlayan durumları da çık bir şekilde ifade eder. Popüler kitapların toplumda edindiği yeri, her geçen gün okur-yazar oranının artmasına karşın okumayan bir toplum olmamız hatta okur-yazar oranının artmasına paralel olarak okuma oranının düşmesine vurgu yapmakta. Günümüze kadar anlı  bir şekilde varlıklarının sürdüren dünya klasiklerinin yazarlarını ve eserlerini anlatmasının yanında Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Hamdi’yi iyi bir şekilde analiz ettiğini görmekteyiz. Toplumun okuma oranının artması için devletin izlemesi gereken politikaları da ciddi bir şekilde anlatır. Ayrıca Hasan Ali Yücel Klasiklerinden tutun da 100 Temel Eser’e kadar yapılan politikaları da inceleme altına aldığı eksik ve güzel yönlerini her yönüyle bizimle birlikte incelemektedir. Okay kitaplar, toplumlar, medeniyetler üzerinden aslında çağımızı irdeler. Sayfalar arasında adım adım ilerlerken milli ve evrensel çizgileri kalın puntolarla görmekteyiz. Bu noktada aydınımızın geniş ufkunun, bilgi ve birikiminin izlerini açık bir şekilde görmekteyiz. Değerli aydınımız hakkın rahmetine kavuşmuş, ama bizlere bıraktığı onlarca eseri ve çalışmaları ile daha aydınlık bakış açısı için istifade etmemiz gereken temel kaynaklardan olduğu “ Kağıt Medeniyeti” okunduktan sonra açık bir şekilde görülecektir.




ÖKÜZÜN A’SI

Çağımızın en büyük  sorunlarından bir haline gelmiş olan teknoloji bağımlılığı her geçen gün gençleri biraz daha şuursuzlaştırarak yoluna devam ediyor. Teknoloji bağımlılığının ortaya çıkardığı sorunlardan en önemlilerinden biri de gençlerin okuryazarlık ve sözlü dünyadan uzak bir hayat sürmeleri. İngiliz Dili ve Düşünce Tarihi Profesörü Barry Sanders 1999 yılında Öküzün A’sı ile  ABD’nin bu sorununu; mitoloji, teoloji, tıp, eğitim ve edebiyat ile ilgili verdiği örneklerle ele alıyor. Ancak Sanders’in ABD toplumundan yola çıkarak aktardığı bu önemli noktalardan çağın bir eleştirisini görmekteyiz. Günümüzün sorgulamaktan alıkonulan zihinleri okur yazar olma noktasında bir yok oluşa doğru sürüklenmektedir. Sanders,  “Okuryazarlık, ayrı ayrı benliklerden oluşan, her biri bir vicdan tarafından yönetilen ve bir amaca yönelik yaşayan bireylerin meydana getirdiği bir topluluk yaratır. Okuma yazma insanları başkalarının yaşamlarını hayal etmeye zorlar. Okuryazar insanlar sürekli sorgular. Eleştirel düşünceye sahiptir. Çete gençliği ise yalnızca hareket eder, düşünmez.” İşte bu noktada sürü psikolojisinin getirdiği önemli noktalardan olan bir üst elin çete üyelerinin bir anlamda beyni olmuş durumda ve üst elin verdiği her direktif sorgusuz yerine getirilmektedir. Toplumun bir vicdana sahip olabilmesi için öncelikle hür ve bilinçli bir zihne sahip olması gerekmektedir. Bunun için de en önemli yol olarak okur yazar olmaktır. Kitabın sayfaları arasında dolanırken zihin kendi çabasıyla yolunu bulmaya çalışır yollar açıldıkça başka kapıların da aralanmasına vesile oluyor. Böylece her birey kendine has bir dünyayı oluşturma yolunda aktif rol üstlenmiş oluyor.
   Günümüzün vebası olarak adlandırılabilecek teknolojik araçların getirmiş olduğu sanal alemin en büyük parçasını kuşkusuz çocuk ve gençler oluşturmaktadır. Çocuğun gelişim evreleri göz önünde bulundurulduğunda dünyaya dair, hayata, nesneye dair oluşan merakı gidermek için sınırsızca sorulara çoğu zaman cevap verilmek zorunda kalır ebeveynler. İşte günümüzde en büyük “kolaylık” çocuğu bu sanal dünya ile baş başa bırakıp “uğraşmak” yerine “çenesini kapatmasını” sağlamak. ” …yetişkin çocuğu dinlemek, soracağı milyonlarca soruya ve edeceği tüm şikâyetlere katlanmak zorundadır. Elektronik bir makineden gelen ses aynı işi göremez (sf. 25 ).” “ Artık çocukların büyük bir çoğunluğu insan sesini televizyon, sinema, plaklar ve radyo aracılığıyla işitiyor: Bu harika elektronik aletlerin büyüsü sayesinde son iki üç kuşak gerçek yaşantıların yerine elektrik sinyallerini tercih eder oldu (sf… 26 ).” Bu şekilde “harika aletler” ile çocuklar gerçek dünyanın acısını, tatlısını öğrenemeden ruhsuz birer varlık olup ortada tutunmaya çalışan, belki de hiç tutunmaya bile çalışmayan bir güruh ortaya çıkıyor. Aileler sadece çocukla ilgilenmemek için bu sanal oyuncaklarla kısa vadede onlar için kar getiren durumlar uzun vadede çocukların hayatına mal olmaktadır.Çocuklar her gün ortalama beş saat, haftada yedi gün televizyon izliyorlar. Böylece insan sesini bol bol duymuş olmuyorlar mı? Talk-show’larda haber showlarda, durum komedilerinde vb çeşit çeşit konuşmaya tanık olmuyorlar mı? Gerçekten de çocuklar elektronik medyayı inanılmaz bir yoğunlukla izliyor ve dinliyorlar. Bir çocuk altı yaşından on sekiz yaşına gelene kadar toplam on altı bin saat televizyon izliyor ve ayrıca dört bin saat radyo ya da plak dinliyor ya da film seyrediyor. Bu iletişim araçlarının önünde geçirdiği süre okulda ya da ailesiyle geçirdiği süreden daha fazla (sf. 27 ).” Sander’in ifade ettiği gibi çouğun hayatına yaşam alanına ayırdığı zamanın çok daha fazlasına olmayan (sanal) hayata adıyor. “Elektronik iletişim araçlarını dinleyen biri sözellikten uzaktır; çünkü konuşmanın en önemli kuralını çiğner: Dinleyen, karşısındakinin sözünü kesemez. Oysa karşısındakinin sözünü kesme, tartışma, soru sorma, yineleme, insanların kontrolden çıkıp sonra tekrar düzene girmesi sözelliğin özünü oluşturur (sf. 27 ).” Karşılıklı etkileşimin olmadığı bu teknolojik araçlarla geçirilen zaman kişinin aynı zamanda gerçek hayatın karşılıklı iletişimi sağlayan boyutunu ortadan kaldırmaktadır. “Televizyon insan sesini öldürür. İnsanlar ekranda gördüklen kişilerle tartışamazlar. Televizyondaki görüntüler genç beyinlerin kavrayıp analiz edebileceğinden çok daha büyük bir hızla geçer. Gençler reklamlarda izledikleri şeyleri gerçek tatminle karıştırmaya başlar (sf. 27).” Sanders’in ifade ettiğinie göre televizyonun ya da teknolojik araçların başında geçirilen zaman aynı zamanda onun zihnin fiziksel fonksiyonlarının da beklenen işlevleri yerine getirememesine neden oluyor; “Bir çocuk uyanık olduğu saatlerin yansını televizyon karşısında geçiriyorsa beyninin limbik sisteminin -araştırmacıların beynin görüntü üreten merkezi olarak belirledikleri o gizemli, siibkortikal kısmın— daha yavaş geliştiğine inanıyorlar (sf. 28 ).” Öykünün çouğun gelişimindeki önemine vurgu yapan Sanders; “Öykü anlatmak, çocuğa beynimizin üçlü sisteminin her yönünü kapsayan bir imge yaratma etkinliğine girişmesi için uyarı sağlarken televizyon, çocuk beynine çift yönlü tek bir etki vererek hem uyarı hem de tepki sunar(sf. 29.)” saptamasında bulunur. “Televizyon izlemek dünyanın en kısır döngüsüne yol açar: Kişinin kendi imgelerini yaratma yeteneğini azaltarak, tıpkı bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi, onu hazır imgelere daha duyarlı hale getirir. Televizyon izlemek aynı zamanda iradeyi de zayıflatır. Elinin altında televizyon varken bir çocuk doğal kaynaklara başvurmaya gereksinim duymaz ve can sıkıntısı gibi bir durumla karşılaşmaz( sf. 30).

   Televizyon, beyni, beynin söz ya da müziğe cevap olarak kendisinin üretmesi gereken tepkinin taklidiyle doldurur. Sonuç olarak, akıl ile çevre arasında kurulması gereken ikili yapısal ilişki kurulamaz; pek az metaforik imge oluşur; beynin üst kortikal bölgesinin pek az bir kısmı işler hale gelir… (sf. 29). Bir çocuk eğer günde ortalama iki ila dört saat arası televizyon izliyorsa ilkokulu bitirdiğinde toplam sekiz binden fazla cinayete tanık olmuş olacaktır. Ancak burada tanık sözcüğünü kullanırken dikkatli olmalıyız çünkü bu çocuk insanlığa karşı işlenebilecek en iğrenç suçun son derece grafik bir temsilini normal, alışılmış bir davranış olarak kabul etmeyi öğrenmiş, buna karşı sessiz kalmış, suç ortağı olmuştur.Televizyon, çocuğu hareket fırsatı elinden alınmış bir tanık, konuşma yeteneğine sahip ancak ses telleri kesilmiş güçsüz bir yaratık haline getirir(sf. 29 ). Sanders televizyon ve teknolojik araçların zararlarını farklı noktalara değinerek uzun uzun anlattıktan sonra dilin dünasını ve bunun çoğuk için önemine kitabın her noktasında dile getirmektedir. “Dil dünyasına bir kez girdikten sonra çocuk ne zaman bir nesne görse o nesneyi inceler, betimler, beyninde evirir çevirir ve sınıflandırır. Kendisini çevreleyen nesnelerden sanki uzakta durur. Ne kadar çok nesne görürse, çevresindeki her şeyden o kadar ayrılacaktır. Çocuk, bu dünyaya ait nesneleri gerçek birer metin gibi “okuyarak” onları aynı anda yorumlayıp inceleyerek bilince doğru adım atar. Bu süreç büyümenin en gizemli ve yanlış anlaşılmış aşamasıdır belki de. Çocuk bir benlik duygusu geliştirdikçe bu benlik vücudun dışına çıkar ve çocuğu hareket halindeyken izleyerek gözlemler(sf. 40).”
   Günümüzde ne yazık ki hızla yok olan bir nesil varlığını sürdürmektedir. Özellikle liselerin kapılarında uyuşturucu maddeler satan ve bu oyuna alet olan çocukları hemen her gün gazete ve TV haberlerinde görmekteyiz. Bu haberler verile verile artık hayati bir nokta olan bu durumlara karşı toplum da duyarsızlaşmış durumda. Sanders bu çözümsüz olarak görülen duruma çözüm önerileri sunmaktadır. “ Sorunları ne olursa olsun bu yeni post-cahilleri bir an önce iyileştirmemiz gerekiyor. Aldıkları uyuşturucularla havalanıp uçuyorlar. Yere indiklerinde toplum onları hapishaneye tıkıyor. Ama mutlaka başka bir çare olmalı. Hapishaneler dev bir toplumsal hatanın kanıtı olarak karşımızda duruyor. Çözümü başka yerde aramalıyız. Çözüm; tüm düşselliğine, tüm uçuculuğuna ve tüm görünmezliğine karşın insan sesinde yatıyor. Ses verilmiş solukta. Bu insanların istediği tek şey hissedebilmek ve kendi seslerinin vereceği güce kavuşmak ( sf. 50).” Öğretmenler çocukların okul bahçesindeki davranışlarıyla dersteki davranışları arasında kesin bir çizgi çizerler. Oyun dışarıda oynanır, ders içeride çalışılır. Oysa harflerle yaşayan bir ilişki kurmak isteyen bir çocuğun mutlaka oyuna gereksinimi olacaktır. Öğretmen dışarıdaki oyun ortamının sınıfa sızmasına izin vermek zorundadır(sf. 50). Çocuğun dünyası ile eğitim aslında bir bütün olduğunu bunları birbirinden ayrıştırmanın eğitimin yarardan çok bir hasar olmasına neden olacağı görülmektedir.
   Sanders çocuklara verilen eğitimin önemini birçok farklı noktadan ele alır ve tüm bunların toplandığı ortak nokta “okur yazar” olma vasfıdır. Çünkü dünyaya açılan penceremiz zihimizdir. Kendimizi kontrol etmemizi sağlayan, yanlışı doğruyu ayırmamızı sağlayan, bilim üretip bilimden faydalanmamızı sağlayan mucizevi araç olan zihnin iletişim aracı dildir. Dili ortadan akldırdığımızda hayata dair var olan ne varsa ortadan kalkar ve Sanders tıp, teknoloji, filoloji, eğitim vs. bilimin, hayatın her parçasından alıntılar, örnekler vererek ortak nokta olan” dil”e ulaşır. Çağımızın duyarsızlaştıran bu araçlarının yanı sıra değişen sosyal ve toplumsal ilişkilerin insan yaşamındaki yerine parmak basmakta. Olumsuz noktaların getireceği durumların daha fazla ağırlaşmadan alınması gereken önlemleri gayet açık bir dille karşımıza çıkmaktadır. Çocukların geleceğini kurtarmak, duyarsız birer robota dönüşmelerini engellemek şuanki durumun ortaya çıkmasına neden olan yine biz insanların elindedir. Eğitim ailede başlar sözüyle aile ve eğitimcilerin eş güdümlü hareketleriyle yok olmakta olan bir gençliğin tekrar kazandırılması için verilecek çabalar olumlu sonuçların görülmesini sağlayacaktır. Tüketim kültürü, savaş, kıtlık, markaların sömürme adına yok ettiği değerleri geri almak düşünebilen, okur yazar olan her bireyin görevi olarak görüldüğü zaman bu sorunlar sorun olmaktan çıkıp hayat için birer malzeme olarak kalacaklardır. Yani birer amaç olmak yerine asıl işlevleri olan birer araç olarak kalacaklardır.


ESKİ TÜRKLERDE YAZI, KÂĞIT, KİTAP VE KÂĞIT DAMGALARI

  Şinasi Tekin’in “Eski Türklerde Yazı, Kâğıt, Kitap ve Kâğıt Damgaları” adlı eseri üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm Eski Türklerde yazının ve kâğıdın kültür değişmelerindeki rolü başlığıdır. Bu başlık altında insanlığın Sümerler ile birlikte yazıyla basit bir şekilde de olsa tanışma sürecini, ardından rahiplerin otuz yıllar boyunca bini aşkın şekilden oluşan çivi yazısını öğrenme ve öğretme çabalarının zorluğunu, Akdeniz ülkelerindeki tüccarların kısa bir zamanda daha hızlı olmayı sağlayan yeni bir metot olan 30-40 harfli fonetik yazı sistemine geçme sürecini anlatır. Tekin, Göktürkçenin fonetik bir yapıda oluşturulmasının temelinde bu metottan ilham alındığını ifade eder.
   Tekin, Türklerde yazının oluşma ve yayılmasını şu sözlerle ifade eder: “ Toplum, bugünkü manada yerleşik medeniyetin temel unsuru olan yazı yazma kültürü seviyesine henüz daha ulaşamamıştır: Belli eylemleri, belli duyguları geniş kitlelere, gelecek nesillere aktarmak, geçmişi onların hatırasında yaşatmak amacı ile heykellerden, kabartmalardan ve genel manada süslemelerden ve nihayet taşa hakkedilmiş bir alfabeden istifade ediliyor. Bildiğiniz gibi bu alfabe Göktürk yazısıdır, Orhon alfabesidir. Türk dilinin fonolojik yapısına ustalıkla tatbik edilmiş Sami asıllı bir alfabedir. Yani Arap alfabesiyle, Uygur alfabesiyle ve nihayet Latin alfabesiyle uzaktan akrabadır!(15)” Tarihin ilk yıllarında bilindiği üzere yazılı kültür yok denecek kadar az idi. Türklerin de göçebe bir toplum olmasından dolayı yazılı kültür doğal olarak gelişim gösterememiştir. Uygurların Mani dinini kabul etmeleri ve bunun sonucu olarak yerleşik hayata geçmeleri ile birlikte Türklerde yazılı kültür oluşmaya başlamıştır. Uygurların yanı sıra Tekin’in de ifade ettiği gibi ilk yazılı Türk belgeleri olarak kabul edilen Göktürk Abideleri yazılı kültüre geçmiş olmanın kanıtı ve Türklerin geçmişine dair güçlü kanıtlar sunan belge niteliğindedir. Belirtildiği gibi o zamanlar yazı, matbaa gelişmediği için yazılar farklı araçlar aracılığıyla aktarılmıştır ki Göktürk Abideleri de taşlara yontulmuş tarihi belgelerdir. Tekin aynı zamanda Türkçenin fonolojik özelliğinden hareketle Sami asıllı dillerle Latin ve Uygur alfabesiyle uzaktan akraba olduklarını ifade etmektedir. Türklerin tarih boyunca farklı dinlerle tanışma süreçleri ile birlikte yazı dillerinde de değişimler kendini göstermiştir. Bu tarihsel süreçleri Tekin üç farklı devre ayırır. Bunların birer dönem olarak nitelendirilmesini Tekin şu sözlerle ifade eder: “Türkler üç bölgede üç büyük medeniyet dairesi kurmuşlar [burada verilen tarihler her devirdeki Türk yazı dilleriyle ilgilidir]. 1. Budist-Maniheist medeniyeti (Uygur Türkleri, Doğu Türkistan, M. S. 700-1400), 2. Orta Asya Türk -İslam medeniyeti (Karahanlı Türkleri, Batı Türkistan, 1000-…), 3. Anadolu Türk-islam medeniyeti (Oğuzlar, Batı Asya, Akdeniz, Anadolu ve Avrasya, 1200-…). Bu medeniyet dairelerinin her biri, birer yazı diline dayanmıştır. Bir milletin yazı dili olmadan, o milletin medeniyeti kalıcı olamaz, devamlılığını sağlayamaz. Öte yandan, devamlı yazı dilleri ancak şehirlerde, yerleşik medeniyetin içinde oluşabilir. Bozkırda, çadırlarda teşekkül eden yazı dilleri ya kısa ömürlüdür veya belli, dar çevrelerin malı olarak kalır ve onların tarih sahnesinden çekilmeleriyle birlikte de tarihe karışır. Göktürklerde olduğu gibi(17).”
   Şinasi Tekin eserinin ikinci bölümüne “Eski Türklerde Kâğıt Yapımı, Kitap Türleri ve Matbaa” başlığı ile başlar. Tekin birinci bölümde olduğu gibi bu bölümde de öncelikle dünyada diğer uygarlıkların kâğıt, kitap, matbaa süreçlerini ifade eder. Ardından Türk kültürünün tarih boyunca kâğıt, kitap ve matbaaya dair çalışmalarını ifade eder. Kâğıt tarih sonrası 200 yüzyıllarında Çinli Ts’ay LUN tarafından süzgeç yöntemiyle icat edilmesinden sonra Türklerin de bu yöntemle kâğıt imalatına başladığı ifade edilmiştir. Talas Savaşı’nda Müslümanlara esir düşen Çinliler ve Türkler, Araplara kâğıt basım yöntemini öğretmişlerdir. Bu yolla süzgeç yöntemiyle üretilen kâğıt basım tekniği dünyaya yayılmaya başlamıştır.
   Türkiye’de Osmanlı devletinin kuruluşunun ilk dönemlerinde Amasya ve Bursa’da kâğıt imalathaneleri kurulmuştur. İmparatorluğun genişlemesine paralel olarak kâğıda duyulan ihtiyaç artmıştır. Üretim maliyetinin yüksek olmasından dolayı 18. Yüzyıla kadar ithal etme yoluna gidilmiştir. Tekin’in ifade ettiği bir diğer nokta ise günümüzde hala dile getirilen “mürekkep yalamış” sözünün asıl kaynağıdır. Buna göre: “Eskiden öğrenciler yazı öğrenirken yaptıkları her yanlışı, dilleriyle aharlı kâğıt üzerinden mürekkebi yalayarak siler yenisin yazarlardı. Ne kadar çok hata yapılırsa o kadar çok yalayıp silmek gerekirdi. Dilimizde okuryazarlık alameti olarak işte bugün hala kullanılan ‘çok mürekkep yalamış’ tabiri aharlı kâğıtların bu hususiyetiyle ilgilidir(32).” Bu şekilde düzeltmeler özel olarak hazırlanmış yumurtalarla kaplanmış kâğıtlar üzerinde uygulanabilirdi. Özel olarak kullanılan bu kâğıtlar zamanla devlet kademelerinde sahtecilikler yapılmaya başlanmasından dolayı bu tür kâğıtlar güvenilir olmadığı gerekçesiyle kullanılmamaya karar verilmiştir.
   Şinasi Tekin, “Türkler, şehirlerde gerçek manada yazıya geçince fırça kullanmamışlar, kamış kalem kullanmışlardı. Kamış kalem fırça gibi insaflı değil; kâğıda acımasızca batar. Fırça yerine kamış kalem kullanan Doğu Türkistan şehirlerinde buna göre kâğıt imal edilmiş; fırça kültürünün gerektirdiği ince, zarif ve şeffaf Çin kâğıdı yerine, keten elyafından ve pamuktan, diğer maddelerle sertleştirilmiş kalın kâğıtlar imal edilmiştir. İşte bu tür kâğıtların her iki yüzü de kullanılmıştır. “kalem” için kullanılan üzük kelimesi ise ‘harf ve hece’ manasından başka kamış kalem’ manasına da gelebiliyor. Ayrıca gene ‘kalem’ için Çince’den alınma biir kelimesi var; fırça manasında fakat pek yaygın değildir. Bunun biti- “yazmak” fiilindeki bit ‘fırça’ kelimesinin değişik telaffuzu olduğu söyleniyor(32).” İfadeleri ile Türkler ve Çinlilerin yazıya olan yaklaşım biçimlerini açığa vurmaktadır. Türklerin kamış kalem kullanması ve buna paralel olarak kâğıdın da yırtılmaya karşı dayanıklı şekilde yağılması, Çinlilerin ise ipek kağıt üzerinde fırçayı kullanması her iki milliyetin yaşam biçimlerinin yazı kültürlerine yansımasını açık bir şekilde göstermektedir. Türkler göçebe ve kırsal yaşam biçimini, Çinliler de yerleşik hayatın getirdiği özellikleri yazı kültürlerine aktardıkları görülmektedir. Çin’in Türk yazı kültürünü etkilemesini Tekin şu sözlerle ifade eder: “13. Asırdan sonra Doğu Türkistan’da, bundan önceki asırlarda imal edilen kâğıtlar artık imal edilmez olur. Çin’in artan tesiriyle kamış kalem, yerini fırçaya terk etmeye başlar. Daha doğrusu kamış kalemin yanı sıra daha başlangıçtan beri hep kullanılmış olan fırça ön plana geçer, daha çok kullanılmaya başlar. Kâğıt bu sefer yeniden değişen yazı aletine göre farklı bir şekilde imal edilmeye başlar: İpek veya pirinçten yapılan ince ve oldukça şeffaf kâğıtların bir tek yüzüne yazılır ve basılır, yani arkaları boştur. Değişen yazı aleti yalnız kâğıdın türünü değiştirmekle kalmaz yazının kendisinde de büyük değişikliklere sebep olur. Fırçanın getirdiği kolaylıklardan biri süratli yazmak olduğu için harflerin biçimleri de buna göre tabii olarak değişikliğe uğramıştır: bazı harfler birleşerek tek şekle dönüşmüş, teferruatlı harfler basitleştirilmiştir. Buna, Arap yazısının bir türüne benzeterek bir Uygur rik’ası da diyebiliriz (45).”
   Türklerin tarih boyunca farklı dinlere inandıkları tarihi sürece bakıldığında açıkça görülebilmektedir. Bu durum çağın da gerektirdikleri doğrultusunda yazılı kültürlerine de tesir etmiştir. “Doğu Türkistan’da Uygurların müteharrik hurufatla yaygın bir şekilde kitap bastıklarını yani bu tarzdaki bir baskı sanatını kullanıp benimsemiş olduklarını söylemek mümkün görünmüyor. Buna karşılık “tahta oyma baskı” usülünü gayet mükemmel bir biçimde uyguladıklarını söylememiz mümkündür. Bu teknik, büyük bir ihtimalle Budistlerin çok rağbet ettiği dua formüllerini, dharani adı verilen tılsımlı hece ve kelimeleri ihtiva eden ‘büyü yapma’ metinlerini ve bilhassa her zaman ihtiyaç duyulan günah çıkarma formüllerini çoğaltma ihtiyacından doğmuş olmalıdır (46).”
   Şinasi Tekin üçüncü bölümde, “Yazma Eser Nedir? İçi, Dışı. Üzerindeki muhtelif Kayıtlar. Yazmaların Tarihlendirilmesinde Kâğıt Damgalarının Rolü” üzerinde durmuştur. Kağıdın hangi yöntem ve metotlara başvurularak yapıldığını tarihi süreçte diğer uygarlıkların kağıt yapım tekniklerini ve Türklerin kağıt üretme metotlarını ince bir dille yazmıştır. Bu süreçte kil tabletlerden tutalım da yumurta vb. malzemelerden faydalanılarak üretilen kağıtlar ve oymacılıktan faydalanılarak metinlerin oyma yöntemiyle yazılmasını anlatmıştır. Tarih boyunca siyaset, ticaret,  din vb. etkenler yazının şekillenip çeşitlenmesinde önemli özellikler sağladığını görebilmekteyiz. Tekin’inin özellikle kağıt yapım tekniklerini anlatırken bunlara örnek olması adına o döneme ait kaynaklardan, resimlerden faydalanması vermek istediği bilginin daha somut bir şekilde algılanmasını sağlamıştır. Gerek indeks kısmı gerekse kaynakça kısmında teferruatlı bir şekilde verilen bilgiler Tekin’den sonra bu alanda çalışmalar yapmak isteyen bilimciler için oldukça önemli kaynaklar sağladığı görülebilmektedir.


İSLAM DÜNYASINDA KİTABIN TARİHİ

    Johannes Pedersen tarafından yazılan “İslam Dünyasında Kitabın Tarihi” adlı eserin Türkçeye çevirisi Mustafa Macit Karagözoğlu tarafından yapılıp baskısı Klasik yayınlarınca yapılmıştır. Müslüman olmayan bir bireyin gözünden İslam dünyasında kitaba dair yaşanan olaylar, gelişmeler, tarihsel süreçle yaşanan değişim ve dönüşümler açık bir dille ifade edilmiştir. On bölüm altında toplanıp derlenen eserin genel başlıkları şu şekildedir: “İslam’dan Önce Arap Yarımadası’nda Yazı ve Kitap” kısmında İslam dünyasında yaşanan kültürel aktivitelerin içinde yazılı kültürün etkisi incelenmiştir. Arap ve İslam yazılı kültürünün temeli olan “Kur’ân ve Arap Edebiyatı” kısmında Kuran-ı Kerim’in yazılmasının yanı sıra nasıl çoğaltıldığına dair bilgiler verilmekle yetinilmemiş, Kuran-ı Kerim’de geçen konular üzerine de çeşitli araştırmalar yapılmış, kimi surelerden alıntılar yapılarak konunun iletisine uygun vurgulamalar yapılmıştır.“Kitapların Telifi ve Nakli” adlı kısımda kitapların oluşum süreçlerini açık bir dille ifade ettikten sonra bu kitapların ne şekillerde muhafaza edildiklerine, o dönemden sonraki nesiller için kaynak olma niteliğine vurgu yapılmaktadır. Kitaplar hakkında belirtilen bilgiler verilirken İslam dünyasının coğrafi, toplumsal boyutları ince bir şekilde sürece katılmıştır. Bir sonraki başlığı “Varrâklar ve Kitapçılar”dan oluşmaktadır. Bu kısımda kitaplar, kitap sayfaları, kitapların iletilmesinde rol üstlenen kitapçılar hakkında çeşitli bilgiler verilmektedir. “Yazı Malzemeleri”başlığı altında yazı yazma sürecinde İslam dünyasında kullanılan çeşitli malzemelere vurgu yapılmaktadır.  “Arapça Yazı ve Hattatlar” kısmında Arapçanın yazım teknikleri analiz edilip konuyla ilgili detaylı bilgiler verilmektedir. Yazının türlerini, konuya göre, alana göre sanatçı estetiği ile işleyen yazı ustaları yani hat sanatının üstatları olan hattatlar da ayrıca ele alınıp işlenmektedir. “Kitap Resimleme” kısmında ağırlıklı olarak kitaplardaki bilgileri destekleyen unsurların kullanımına vurgu yapılmaktadır. Minyatürün İslam kültüründeki yerinin önemi, gerekçeleri ayrıca ele alınmıştır. “Ciltçilik” başlığı altında ağırlıklı olarak kitapların içerik kısmından ziyade teknik boyutlar incelemeye alınmış, tarihsel süreçte ciltçilik teknikleri, kitaplara kattıkları estetik değerler, yapıma aşamaları, yapım şekilleri vurgulanmıştır. Kitaplarla ilgili verilen tüm başlılardan sonra bir nevi yemeye hazır hale getirilen yemeğin servis aşamasına gelinmiştir. Yani kitapların okunup, korunup, gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayan “Kütüphaneler” kısmında İslam dünyasında kitapların korunması, faydalanılması vb. noktaları bu başlık altında işlenmiştir. Kitabın son bölümü  “Matbû Kitaplar” başlığıdır. Bu başlık altında matbaanın İslam dünyasındaki etkileri, matbaaya yönelik geliştirilen politikalar, matbaaya toplumun yaklaşımı üzerinde durulmuştur.
   Kitap ele alınırken her dönemin koşulları da göz önünde bulundurularak gerek gündelik gerekse özel, resmi, dini ritüeller aktarılmıştır. İslam dünyasında özellikle eğitim alanında kitabın kullanım süreci aktarılırken aynı zamanda Müslüman topluluklarının bilime olan yaklaşımları, eğitimci ve yazarların toplumdaki konumları, insanlar tarafından görüldükleri değere de vurgu yapılmaktadır. Kuran-ı Kerim’de kalem ve kâğıda yer verilmesinin eğitime verilen önemin gerekçesi olarak gösterilmiştir. Müslüman olmayan Batılı bir yazarın gözünden İslam dünyasındaki kitaba dair oluşum, gelişim, dönüşümün geniş bir perspektiften çizilmiş olması eseri benzerlerinden ayıran temel noktalardır. Kitabın kimi kısımlarında araştırılmayı, aydınlatılmayı bekleyen noktalar olduğu da görülmektedir. Buna örnek olarak: “… yazının Arap Yarımadasına girmesinde Hıristiyanların önemli bir rol oynamış olmaları gerektiği düşüncesi akla gelmektedir…(29).”  Pedersen buna kanıt olarak dayanaklandırmalarda bulunsa da yazının Hıristiyanlarca Arap Yarımadası’na ulaştığına dair güçlü kanıtlar olmaktan ziyade iddaların daha ağır bastığı görülmektedir. Genel manada bakıldığında İslam dünyasında kitaplara yönelik bu kadar geniş bir açıdan ele alınan eserler sayılıdır. Kitabın bilimsel anlamda tarihçesinin bir noktadaki boşluğunun yerini dolduran eserlerden biri olduğu kabul edilmelidir. Her ne kadar ufak tefek ön yargı, kalıp yaklaşımlar olsa  da İslam dünyasında kitaba dair yaşanan birçok gelişmenin bir kitapta toplanıp sunulması ciddi bir emeğin karşılığı olduğu ve başarılı bir eser olduğu görülmektedir.


ALBERT LABARRE VE KİTABIN TARİHİ

   Albert Labarre tarafından yazılan “Kitabın Tarihi” adlı eser yedi bölüm ve her bir bölümün kendi alt başlıklarından oluşmaktadır. Bilindiği üzere tarihi dönem yazının keşfi ile başlamaktadır. Labarre de “iki kapak arasına sıkıştırılmış tomarlardan oluşan bir malzemeden” çok daha ötesini bizlere aktarır. Kitabın kendisini okurken kimi zaman aklımıza takılır ya, kitap pişip önümüze gelmeden önce ona bu tadı veren hangi malzemelerdir diye. İşte bu noktada Labarre sana taa Sümerlerden, Asurlardan, Çinlilerden, Avrupa’dan velhasılı kelam dünyada kitaba dair yaşanmış her şeyden, her yerden başlar anlatmaya. Yazılı bir eserin bu kadar basit bir şekilde elimizin altında bulunması aslında hiç de basit olmayan aşamalardan geçtiğini bir kez de Labarre’den dinleyin. Labarre’yi dinledikten sonra emin olun bir kez daha dönüp elinizdeki kitabın bir kitaptan çok daha fazlası olduğunu fark edeceksiniz. Ve aslında bir anlamda uygarlığın kaynağını elinizde bulundurduğunuz yegâne kitaplardan geçtiğini anlarsınız. Hadi buyurun hep beraber Labarre’nin öncülüğünde “Kitabın Tarihine” biraz daha yakından bakalım. Birinci bölüm;  Kitabın Kökenleri. İkinci bölüm; Yunan-Roma ilkçağında Kitap, Klasik Yunan'da Kitap, Roma'da ve İmparatorluğu'nda Kitap. Üçüncü bölüm; Ortaçağ'da Kitap İlkçağın Sonu ve Bizans'ta Kitap, Manastır Dönemi, Laik Dönem, Uzakdoğu'da ve Ortadoğu'da Kitap. Dördüncü bölüm; Matbaanın Ortaya Çıkışı, Ağaç Oymacılar, Tipografinin Doğuşu, Matbaanın Yayılması, Matbaanın Yayılma Etkenleri. Beşinci bölüm; Ortaçağ Elyazmasından Çağdaş Kitaba, Kitabın Görünümü, Kitabın İllüstrasyonu, Basılı Metinler, Hümanizm ve Kitap, Kitap ve Reform, İnsanlar ve Kitaplar. Altıncı bölüm; Karşı Reform'dan Aydınlanma, Yüzyılına Kitap, Yayın İşinin Yeni Koşulları, Avrupa'da Yayıncılığın Gelişmesi, Basının Gelişmesi, Oymabaskı Döneminde İllüstrasyon, 18. Yüzyılda Yayıncılık. Yedinci bölüm; Modern Kitap, Sanayi Devrimi ve Kitap, Görünüş ve İllüstrasyon, Modern Yayın.

   Labarre her bir bölümde mümkün olduğunca somut örneklerle kitabın tarihi süreçteki aşamalarını dile getirir. Kitabın zaman içinde hangi malzemelerle hangi şekillerde hangi amaçlarla kullanıldığına geçmeden önce kitabın tanımını verir ve kitabın iki kalın kabın arasına sıkıştırılmış tomarlardan daha fazlası olduğunu söyler. Ayrıca bir kitabın anlam kazanabilmesinin temeli de okuyucuya dayandığını vurgulamaktadır. Yazılı bir metin yazarının elinden çıktığı andan itibaren çeşitlenir renklenir. Ne kadar çok insana ulaşırsa o kadar farklı boyutlar kazanır. Yazar her ne demek isterse istesin bir okuyucunun elinden geçmediği sürece, onun hayat penceresinden akmadığı sürece bir anlam ifade edemeyecektir. Çünkü yazılan her eser aslında birileri tarafından okunup anlamlandırılmayı bekler. “Kitap, tam anlamını ancak okurlarının elinde kazanır. Tam kitap ancak, okunmuş olan kitaptır (6).”

   Tarihi süreçte yazının yazıldığı malzemeler çeşitlenerek devam etmiştir. Babilliler, Asurlar önceleri kil tableti kullanmışlardır. Çinliler ağaca kâğıt demişler, ağacı kâğıt olarak kullanmanın yanında kemik, hayvan kabuğu, bronz kullandılar, ipek üzerine fırçayla yazdılar. Yunanlar çanak çömlek üzerine, hayvan kabukları üzerine yazdılar. Hindistan'da, kurutulmuş ve üzerine yağ sürülmüş palmiye yapraklarının ya da arduvaz, tuğla, fıldişi, kemik ve çeşitli metaller gibi sert maddeler, özellikle Hindistan'da, yüzyıllarca kullanılmış kullanılmıştır. Tüm bunlara rağmen eskiçağ kitapları temel olarak papirüs ve parşömenden oluşmuştur.

   İlkçağda kitabın geleneksel şekli olan papirüs tomarının adı Latincede  "volumen" idi. İkinci ve dördüncü yüzyıllar arasında, volumenlerin yerini iç içe konan ve kırılarak birbirini izleyen formalar oluşturan "codex" aldı. O dönemden beri, kitap hep bu biçimi muhafaza etmiştir. Bu değişim kitabın tarihsel sürecinde birincil derecede önem arz etmektedir. Labarre’ye göre bu şekil değişimi Gutenberg'in yaptıracağı değişiklikten daha önemlidir. Ona göre bu değişiklik kitabın biçimi üzerinde etkili oluyor ve okuru fiziksel durumunu tümüyle değiştirmek zorunda bırakıyordu. Bir "volumen"e başvurulması pek kullanışlı değildi; kişinin, dürülü "volumen"i önüne, yanlamasına açması gerekiyordu ve metnin bir bölümünden diğer bir bölümüne yönelmek güçtü. "Volumen", çok yer tutuyor ve iki elle tutulması gerekiyordu; bu durumda da, daha sonraları yapılacağı gibi, okurken not almak olanağı ortadan kalkmış oluyordu.
Labarre Klasik Yunan’da, Roma'da ve İmparatorluklarında kitabın önemini ve geçirdiği evreleri incelikli bir dille ifade eder. İskenderiye Okulu, Sofistler, Sokrates’in çağın ve tarihin önemli felsefeci ve filozofların dönemdeki kitapla olan ilişkilerini açık bir dille ifade etmektedir.
   Labarre, ilkçağın sonu ve Bizans'ta kitabın sürecini haçlı seferleri, Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul’u almasıyla sekteye uğradığını ifade eder. Bizans’ın gelişim döneminde minyatürü, ortaçağda, Slav ülkeleri üzerinde, hatta Batı Avrupa'da da ciddi manada etkilidir. Bizans elyazmaları, Batı'daki çağdaş elyazmalarına göre Bizans’taki eserler daha iyi korunmuştur. Bizans minyatürleri nitelik olarak iyi olmasına karşın tekniği pek iyi değildir. Manastır Döneminde İskenderiye Kütüphanesi'ni Hıristiyanların yakmalarına rağmen klasik kültürün önemli bir kısmı keşişler tarafından yayılmış ve günümüze kadar önemli eserlerin gelmesi sağlanmıştır.

   Genel anlamda Labarre kitabın oluşum, gelişim ve devam etme sürecini dünyanın dört bir yanından örneklerle anlatır. Her ülkenin, ulusun kitaba olan katkılarını, kitaba verdikleri tahribatları mümkün olduğunca tarafsız bir dille vermeye çalışır. Satırlar arasından dolanırken kitabın her geçen gün insanlığa kattığı değerleri, kültürün ve insanlığın oluşumundaki tartışmasız önemini her noktasında görebilmekteyiz. Kitabın içeriği çok yoğun ve ilgi çekici bilgilerle donatılmış. Her sayfayı, her noktayı analiz etmek için ne yazık ki şartların elverdiği ölçüde gerçekleşmektedir. En iyi analizi Labarre’nin de ifade ettiği gibi “okuyucuyla buluşan kitap, asıl kitaptır” yani okurun kendi penceresinden analiz ederek yargıya varmasıdır. Günümüzde de hala geçerliğini sürdüren bazı noktalara da değinmeden “Kitabın Tarihi”ne dair analizi sonlandırmamakta fayda var. Günümüzde “aydın” olarak görülmek isteyen kimi kesimler evlerinin önemli bir bölümünü kitaplarla doldurur. Bu tür insanlar Labarre’nin de ifade ettiği gibi amaçları zihinlerini beslemek yerine kitapla bir şöhrete ulaşma, bilgili aydın bir birey olarak görülme çabasındadırlar. Belki de asıl bu türden insanlardır tarih boyunca kitabın zarar görmesine sebebiyet verenlerdir. Tarih boyunca İskenderiye Kütüphanesi gibi büyük değerler taşıyan kütüphaneler, kitaplar, yakılıp yıkılmaya çalışılmıştır. Fakat tüm bağnazlıklara rağmen geçmişten günümüze bir uygarlık oluşturan kitap varlığını geliştirerek sürdürmeye devam ettiğini Labarre’nin “Kitabın Tarihi”nde bariz bir şekilde görebilmekteyiz. Eserin kitabın tarihini anlatırken hem fiziksel sürçlerden hem de uygarlık adına olan gelişmelerden ve dünyadaki her milletin süreçteki olumlu, olumsuz katkılarından bahsetmesi eseri benzerlerinden farklı kılan özellikler olduğunu göstermektedir.





ÜMİTLİ OLDUĞUN HER ŞEYİN KÖLESİ; ÜMİT KESTİĞİN HER ŞEYDEN DE AZADE VE HÜRSÜN

İbn Ataullah İskenderî  tarafından yazılan  “Tasavvufi Hikmetler Hikem-i Atâiyye” eser Mustafa Kara tarafından günümüz Türkçesine tercüme edilip Dergâh Yayınları tarafından 4 Şubat 2016’da 4. baskısı yayımlanmıştır. İbn Ataullah İskenderî  tarafından yazılan  “Tasavvufi Hikmetler Hikem-i Atâiyye (Hikmetli Sözler)”  adlı eserin temel felsefesinin farkına varıp bunu analiz edebilmek için öncelikle İbn Ataullah İskenderî ‘yi kısaca tanımak gerekmektedir. Asıl adı Ebu’l Abbas Tacuddin Ahmed b. Muhammed b. Abdulkerim b. Ataullah’tır. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte Mısır’ın İskenderiye şehrinde doğduğu ve 1309’da vefat ettiği kaynaklarda belirtilmektedir. Eğitimini İskenderiye’de tamamlayan İbn Ataullah İskenderî,  yaşadığı devrin önemli ilim ve bilim insanlarından fıkıh, nahiv, hadis, felsefe, mantık, kelâm,  usûl, cedel vb. dersler almıştır. İlim adına vaaz ve irşad dersleri almak üzere Kahire’ye göç etmiştir. Tasavvuf ilminin önemli temsilcilerinden olan İbn Ataullah İskenderî  Şazeli tarikatının önemli bir üyesi olmasının yanı sıra Şazeliye tarikatı üzerine önemli çalışmalar yapmıştır. İbn Ataullah İskenderî  tasavvufun neredeyse her alanına yönelik hikmetli sözler zikretmiştir. Tasavvuf alanına yönelik hikmetli sözlerinin yanı sıra birçok şerhler ve tercümeler de yaptığı çalışmaları arasındadır. İbn Ataullah İskenderî ‘nin temel felsefesi sade, entrikaların olmadığı, ibadetle donatılmış bir yaşam şekli olduğu görülmektedir. Yaşamında tevekkül, yaratıcıya olan inanç önemli hususlardır. Duygunun ve arzunun hâkim olduğu bir yaşam anlayışından ziyade iradeye hâkimiyetin, düşünce ve mantığın daha ön planda olduğu bir yaşam felsefesi görülmektedir. 
   “Ne kadar tesir eden himmete kavuşulsa da, kaderlerin surlarını aşamazlar.”
   “Hayır Allah Teâlâ’nın istediği şeydir.”  
 “ Kişi kendisini Hak Taâlâ’nın şehvetten kurtaracağını ve gafletten uyandıracağını garip görür, ümit edemezse ilâhî kudrete acizlik isnat etmiş olur. Halbuki Allah her şeye muktedirdir. (Bk. Kehf, 18/145)”
   Bu hikmetli sözlerden de anlaşıldığı üzere İbn Ataullah İskenderî tevekkül ve Allah’a olan inancın insanı hidayete ulaştırabilecek yegâne çıkış yolları olarak tasnif ettiği görülmektedir. İbn Ataullah İskenderî’ye göre Allah muktedir olandır. Her şeyi olduran ve onlara hükmeden O’dur. İbn Ataullah İskenderî, tasavvufu temel alarak yazdığı bu hikmetli sözlerin birçok noktasında Kuran’dan, surelerden faydalandığı görülmektedir. Buradan hareketle yazarın temel dayanağı Kuran olduğu açık bir şekilde görülmektedir.
   İbn Ataullah İskenderî’ye göre bir ilimin ilim olarak kabul edilebilmesi için öncelikle ilim ehli olan kişide, yani âlimde Allah korkusu olması gerekmektedir. Allah korkusuyla ilmini icraat eden kişi ancak hayırlı ilimlerin temelini oluşturabilir. İbn Ataullah İskenderî’ ilim ehli kişi ilmini icra ederken her zaman Allah’ın varlığını akıldan çıkarmamalıdır. Allah’ın rızası olmadan hiçbir iş ifa edilemeyeceği düşüncesiyle insan hak yolunda ilerlerken Allah’a olan kulluk görevini asla unutmamalıdır. Allah’a kalp gözüyle bağlı olup bu doğrultuda ibadetini yerine getirenler Allah katında değer görürler.
   İbn Ataullah İskenderî’nin “Tasavvufi Hikmetler” adlı eserinden birkaç hikmetli sözler…
"Hâli ve yaşayışı sana feyiz ve hamle vermeyen; sözü seni Allah’a götürmeyen kimse ile sohbet etme, arkadaşlık yapma."
“Ümitli olduğun her şeyin kölesi; ümit kestiğin her şeyden de azade ve hürsün.”
"insanların en bilgisizi başkalarındaki şüphe uğruna kendisindeki bilgiyi terk edendir"
“Hiçbir zaman azledilmemeyi istiyorsan, senin için devamlı olmayan bir işi üstlenme.”
“Allah Teâlâ kısmet ettiği şeyin yanında başka bir şey araması kişinin, cahillikten hiçbir şey terk etmemesi demektir.”
“Bu dünyada olduğun müddetçe keder ve dertlerinin olmasını garipseme. Çünkü dünyaya layık olan sıfat ve özellik onlardır, başkası olamaz.”
“Sonunda başarmanın alameti, başlangıçta Allah Teâlâ’ya rücu etmekdir.”
“Hakla istidlal ile Hakka istidlal arasında çok büyük fark vardır. Onun ile delil getiren hakikati ehlinden öğrenir ve işi kökünden halleder. Ona delil getirmek ise ona daha ulaşmadığındandır. Yoksa O, ne zaman kaybolmuş  ki bulunsun ve ne zaman uzak kalmıştır ki eserler ona ulaştırılsın.”

İbn Ataullah İskenderî’nin “Tasavvufi Hikmetler” dışında, Letâifü’lMinen, Miftâhu’lfelâh ve mişbâhu’lervâh, Tâcûlarûs elhâvî li tehzîbi’nnüfûs,  etTenvîr fi iskâti’ttedbî, elKastu’l  mücerred fi ma’rifeti’l  ismi’l müfred, Unvânü’ttevfik fi âdâbi’ttarîk, elMünâcâtü’lAtâiyye, elVasiyye ile’lihvân bi’lİskenderiyye, . elHikemü’lAtâiyye adlı eserleri de bulunmaktadır.

SUSAM VE ZAMBAKLAR