KİTAPLARDAN KURTULACAĞINIZI SANMAYIN

    Jean-Philippe deTonnac’ın Umberto Eco ve Jean-Claude Carriere ile yaptığı söyleşi ile Kitap ölmeyecek, Kalıcı veri depolama ortamlarından daha geciçisi yoktur, Waterloo Muharebesi’ne katılmış olan herkesin ismini saymak, Elenmişlerin rövanşı, Bugün yayımlanan her kitap bir postincunabula' dır, İlle de bize ulaşmayı isteyen kitaplar, Geçmişle ilgili bildiklerimizi alıklara, ahmaklara ya da hasırcılara borçluyuz;  Kendini gösterme merakını hiçbir şey durdurmaz, Aptallığa övgü, İnternet ya da Damnatio Memoriae'nin imkansızlığı Ateş vasıtasıyla sansür, Okumadığımız bütün kitaplar, Mihraptaki kitap ve “Cehennem”deki kitaplar, İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur? Konu başlıkları altında kitapların beş bin yıllık tarihini, eteklerde biriken çakıl taşları misali günümüze dek süregelen sayısız konu üzerine kafa yoruyorlar. Her satırı okudukça kendinizi bir çocuğun meraklı bakışları içinde kaybediveriyorsunuz. Son sayfaya gelince bu bitmemeliydi dedirtiveriyor mütemadiyen…
    Hızla gelişen teknolojiden uzak durmanın imkansız olduğu bir çağda her birimizin mutlaka şimdiye kadar belki sayısını bile unuttuğu flash belleklerle türlü bilgilerimizi, dosyalarımızı depolarız. “sayısız” kavramına ayrıca dikkat etmekte yarar var. zira bu bellekler ya (benim gibi unutkansanız) kaybolur ya içindeki bilgiler bir süre sonra bozulur ya da yeni sürümler ortaya çıkar ve buna uygun olarak teknolojik cihazların yuvaları değişir, yeni versiyonlar çıkar ve bir bakarsınız ki geriye elinizde veriye dair hiçbir şey yok. Bu da doğal Eco’unun da ifade ettiği gibi “(…)kalıcı veri depolama ortamlarından daha geçici bir şey yok ( sf. 11 ).” Her ne kadar geçmiş teknikleri reddetsek de o tekniklerin güvenilirliğini de reddedemeyiz. Söyleşinin etrafında şekillendiği asıl nokta kitaplardır. Teknolojinin kitaplara etkisi… Flash belleklerden verdiğim örnekten hareketle,  “Beş yüzyıl önce basılmış bir metni okuyabiliyoruz hala. Ama topu topu birkaç yıllık bir elektronik kaseti veya bir CD- ROM’u artık okuyamıyor, seyredemiyoruz. Eski bilgisayarlarımızı mahzenlerimizde muhafaza etmedikçe ( sf. 11 ). Buradan film sektörünün hızlı değişimi ve teknolojik sözde gelişimi eldeki film koleksiyonlarını nasıl işlevsiz hale getirdiğini göstermekte. Bu karşın kitap koleksiyonu kitabın hatta yazının icadıyla birlikte varlığını devam ettiren önemli bir durumdur. Eco da bu konu üzerine günümüzde yaşanabilecek bir kazayla örneklendirerek kitap koleksiyonu oluşturma sürecini ve karşısındaki muhalefeti şöyle ifade eder, “(…)Kitap koleksiyonu yapma fikri çok eskidir. Yani filmlerin başına gelenler kitapların başına gelmedi. Yazılı sayfa kültü, daha sonra da kitap kültü, yazı kadar eskidir. Romalılar daha o zamandan tomarlara sahip olmak ve koleksiyonunu yapmak isterlermiş. Kitapları kaybettiysek, başka sebeplerden kaybettik. Dini sansür sebebiyle yok edildiler yahut da kütüphaneler ilk fırsatta yanmaya meyilli oldukları için yok oldular, tıpkı katedraller gibi, çünkü her ikisi de büyük ölçüde ahşaptan inşa edilmişti. Ortaçağ’da yanan bir katedral ya da bir kütüphane, Büyük Okyanus’a düşen bir uçağın gösterildiği bir savaş filmi gibidir az çok. ( sf. 14 ).” Günümüzün en önemli faktörü haline gelen enerji olmadan elimiz kolumuz bağlı bir durumda olduğumuz yerde kalırız. Bir sunum yapacaksak bilgisayarımızın elektriğe ihtiyacı olacaktır. Okul, işe gitmek için bindiğimiz tramvay elektrik olmadan hantal bir demir yığını olarak ortada kalakalır, yemek pişmez, soğuktan donarız… örnekleri çoğaltmak mümkündür. Tüm bunların yanında bilgi ve dosyalarımızı depoladığımız bilgisayarların yok olmasıyla ya da maazallah elektriğe halel geldiği anda elde avuçta ne varsa yedeklemediyseniz evvelden yok olup gider. Ve bunların yanında kitabın o tadına doyum olmaz okuma zevkini Eco şöyle ifade eder, “ Elektrik olmazsa, her şey geri dönüşü olmayacak bir şekilde kaybolur. Buna karşılık, görsel-işitsel miras yok olup gittiğinde, gündüz vakti ya da geceleyin mum ışığında kitap okuyabiliriz hala. XX. yüzyıl kendine, kendi tarihine ilişkin hareketli resimler ve kaydedilmiş sesler bırakan ilk yüzyıldır, ne var ki bunlar henüz güvenilir olmayan veri depolama ortamları üstünde. Garip: Geçmişe ait hiçbir ses yok elimizde. Kuşların ötüşünün, derelerin şırıltısının aynı olduğunu tahayyül edebiliriz elbette ( sf. 15 ). “ Gördüğümüz üzere, modem veri depolama ortamları çabucak kullanımdan kalkıyor. Dilsiz ve okunmaz hale gelme riski taşıyan nesnelerle neden elimizi kolumuzu dolduralım? Kitapların, kültür endüstrilerimizin şu son yıllarda piyasaya sürdüğü her nesneden üstün olduğunu bilimsel olarak kanıtladık. O halde, kolayca taşınabilir ve zamanın vereceği hasarlara direnebileceğini ortaya koymuş bir şey kurtarmalıysam, kitabı seçerim ( sf. 18 ). Baş döndürücü bir şekilde değişen giyim, kuşam, kitap, sanat, edebiyat… Çağımızın belki vebası olarak görülebilecek bir olaydır. Bir güne adapte olamadan diğer günü getirdikleriyle bir öncekini önüne katıp bilinmez dehlizlere gönderiyor. İşte bu süreci insanlığa verdiği en önemli hasarlardan biri anı yaşamayı bırakıp geleceğe yönelik var gücümüzle çalışmak, çabalamak ve yaşamamız gereken zamanı heba etmek… “Şimdiki zamanın, dediğiniz gibi ortadan yok olması, eskiden otuz yıl suren modaların bugün otuz gün sürmesinden kaynaklanmıyor yalnızca. Bu, üzerinde konuşmakta olduğumuz nesnelerin geçersizleşmesi sorunu aynı zamanda. Ömrünüzün birkaç ayını bisiklet öğrenmeye ayırırdınız, bunu dağarcığınıza bir kere attınız mı geçerliliğini omur boyu korurdu. Şimdiyse yeni bir bilişim programını anlamak için iki haftanızı ayırıyorsunuz ve bu programa aşağı yukarı hakim olduğunuzda bir yenisi satışa sunuluyor, dayatılıyor. Demek ki, kaybolan bir ortak hafıza sorunu değil bu. Bana göre, şimdiki zamanın oynaklığı sorunu daha ziyade. Dingin bir şimdiki zamanı yaşamıyoruz artık, devamlı geleceğe hazırlanma gayreti içindeyiz ( sf. 30 ).
   Eco’nun bir diğer eleşitirisi ise bilgisayarın kitabın yerine konulmaya çalışılması üzerinedir. Bir kitabı okurken evirip çevirebiliriz, rengârenk kalemlerle istediğimiz notları o an kitapların üzerinde alabiliriz. Bilgisayarda okunan kitaplar, çalışılan dersler çoğu zaman zorunlu olarak çıktı almamızı gerektiriyor. Eco da teknolojinin kolaylaştırıcı olması gerekirken maliyeti katlaması üzerine durmakta, “(…) yeni tekniklerin yol açtığı kültürel değişikliklere bağlı gayet düşündürücü bir olguya değinmek isterim. Bilgisayar kullanıyoruz ama deli gibi cıktı alıyoruz. On sayfalık bir metin için, elli kere cıktı alıyorum. Bir düzine ağaç katlediyorum, hâlbuki bilgisayar hayatıma girmeden önce belki sadece on ağaç katlediyordum ( sf. 54 ).” Kitabın yeni keşfi söz konusu değildir. Zira o binlerce yıl önce keşfedildi ve artık bu keşfin ötesi olmayacak. Bunu güzel şu güzel örnekle daha iyi ifade edebiliriz, “(…)XVI. yüzyılda, Venedikli matbaacı Aldo Manuzio, taşıması çok daha kolay olan cep kitabını yapmak gibi müthiş bir fikir bulacaktı. Bildiğim kadarıyla, bilgiyi taşımanın daha etkili bir yolu bulunmadı. Bilgisayarı bile, bütün o gigabytelarına rağmen, elektrik prizine takmak gerekli. Kitapla böyle bir sorun yok. Kitap tekerlek gibidir. Bir kere icat ettikten sonra, daha ileri gidemezsiniz ( sf. 57 ).”
   Bu şaheser söyleşi kitapla başlayıp kitapla bitiyor. Ama iki kitap arasına insanlığın doğuşundan başlayıp süregelen olayların çoğuna tanık olmaktayız. Teknolojinin olumsuz yanlarının eleştirildiği söyleşide olumlu noktaların da hakkını verircesine tespitlere rastlamak mümkün, “(…) Yine de küreselleşen toplumda her şeyden haberdar olduğumuz ve bunun sonucunda da harekete geçebildiğimiz kanaatindeyim. İnternet var olsaydı Yahudi soykırımı mümkün olur muydu? Emin değilim. Herkes olan biteni anında öğrenirdi... Çin’de de durum aynı. Çinli yöneticiler internet kullanıcılarının erişebildiği şeyleri denetlemeye çok uğraşsalar da, bilgi her şeye rağmen dolaşıma giriyor, hem de iki yönlü olarak. Çinliler dünyanın geri kalanında neler olduğunu öğrenebiliyorlar. Biz de Çin’de neler olduğunu öğrenebiliyoruz ( sf. 107 ). Eser gerçekten önemli tespitler sunuyor bizlere. Kitapların yerini almaya çalışan teknolojinin bu noktadaki işlevsizliğinin yanında uygarlık eleştirisi, ülkeler, dinler, ırklar, diktatörler, savaşlar… yani bir insanlığa dair ne varsa sayfalara ilmek ilmek işlenmiş bize de dokunan bu ilmekleri çözümlemek kalıyor. Son olarak dikkatimi çeken bir alıntıya vermekte fayda görüyorum. Zira burada bir uygarlığın zayıf bir noktasından ya da bir dine mensup negatif bir grubu tüm dine mal etmenin yanlışlığının farkına varmanın yollarına ulaşırız kısmen. “Günümüzde, Müslüman-Arap uygarlığını bazen bundan ibaretmiş gibi gösteren bu terörist eylemler, bu uygarlığın geçmişteki azametini neredeyse örtme noktasına varacak sonunda. Aynı, Azteklerin kanlı kurban törenlerinin, Aztek uygarlığının tüm güzelliklerini yüzyıllarca örttüğü gibi. İspanyollar bunun yankısını geniş ölçüde artırmışlardı, öyle ki, mağlupların uygarlığının kalıntılarını ortadan kaldırmak istediklerinde, ortak hafızada bu uygarlığa ilişkin olarak kanlı kurban törenlerinden başka hemen hemen hiçbir şey yoktu. Bugün aynı tehlike İslam’ın başında: yarın öbür gün, yakın dönem hafızamızda, sırf bu terörist şiddetten ibaret olmak. Zira hafızamız, tıpkı beynimiz gibi, indirgeyicidir. Ayıklama ve indirgeme yöntemine başvururuz durmadan ( sf. 106 ).”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SUSAM VE ZAMBAKLAR