Dünya nüfusunun yüzde ellisini
oluşturan hemcinslerimin “dünyamız”daki 1.2 milyar yoksulun %70’ini
oluşturması, “dünyamız”daki arazilerin sadece %1’inin kadına ait olması ve
sayısız vehametler insanı derin tefekkürlere sevkediyor. Bilimin, teknolojinin,
uygarlığın had safhası olarak nitelendirilen 21. yüzyılda böyle bir tabloyu
aynı kareye oturtmak düşünen bireyler için hiç de iç açıcı bir durum yaratmasa
gerek. Güya uygarlaşma çağları devirmek, ilkelliğe dair hal ve hareketleri adım
adım geride bırakmak demek, insanlığın varlığına ya da var olan varlıklar
önünde düğme iliklemektir diye biliyorum. Tam da uygar olduğumuza kanaat
getirirken hergün üçüncü sayfa haberleri birer tokat gibi iniyor yüzümüze.
Uygarlık kadınları yaşamdan alıkoyup birer köle gibi kullanmak mıdır? 21.
Yüzyılda bir kadın kendi iradesiyle yaşamına yön veremiyorsa, bırakın yaşamına
yön verebilmeyi kendi kişiliği, kendi bedeni üzerinde söz sahibi olamıyorsa
uygarlaşmanın tam olarak neyi ifade ettiği sorusunu sorduruyor bize. Bir adam
“kadınını” çok sevdiği için parçalara bölüp bavullarla çöpe atabiliyorsa, “çok
sevdim, kıskandım, öldürdüm. Bu yüzden de pişman değilim.” “Namusumu temizlemek
için öldürdüm. Pişman değilim.” Diyen bir toplum için insanlıktan uygarlıktan,
haktan, adaletten bahsetmek ne mümkün!
Yerleşik hayatın
getirdiği dini, sosyal, politik, ekonomik durumlar kadınla erkek arasındaki
uçurumu derinleştirdikçe derinleştirdi. Zaman içinde bu duruma ses çıkaran
kadın hareketleri sessiz sedasız “halledildi.” 1857’de ABD’de dokuma
işçisi kadınları çıkardığı ayaklanmanın durduralamayacak noktaya gelmesiyle
kadınların direnişine bir mihenk taşı oldu. Bu olay dünya barışına katkı
sağlayacağı düşüncesiyle BM tarafından 1977’de 8 Mart Dünya Kadınlar günü ilan
edildi. Bu durum her ne kadar olumlu bir gelişme olarak görülse de ne yazık ki
kadınların yaşamları üzerinde söz sahibi olabilmeleri için yeterli bir adım
olarak görülemez. Farkındalık oluşturmak adına kutlanan bu günün yanısıra CEDAW
gibi uluslararası anlaşmalar, uluslararası ve ulusal yasalar teoride iç açıcı
görünmesine karşın uygulamada karşılık bulamamaktadır. Bu nedenle üçüncü sayfa
haberleri artık farkındalık yaratmak, hak, hesap sordurtmak yerine tam bir
duyarsızlaştırmaya neden olmakta.
“Ey insanlar! Sizi bir tek
nefisten yaratan, o nefisten eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın
meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının” (4. Nisa suresi, 1. Ayet) diyen Kur’an’ı Kerim’i kendi
ilkel çıkarları doğrultusunda kullanan kendini İslamın ve uygarlığın
savunucuları olarak ifade etmeye çalışan “ilerici” dergilerden birinden aldığım
şu alıntı: “Dünyaya gelecek çocuğun
anası ve babası daha ziyade oğlan olmasını isterler. Bu da erkeğin
hayatta bir dayanak, bir kuvvet ve kadının bir noksanlık olduğunu
göstermektedir. Kadın ne yaparsa yapsın bir senede ancak bir çocuğu olur.
Erkeğin buradaki fe’aliyeti hudutsuzdur. Bir erkek bir senede kadınlarının
sayısında çocuk babası olabilir. Bu çocukların babası ve anneleri bellidir. Çocuk
yetiştirme bakımından bir erkek adeta yüzlerce kadına bedeldir.” Bize
İslamın islami hükümlerin nasıl da çarpıtılıp sunulduğunu göstermektedir.
Kadın ve erkek aynı nefisten yaratıldı diyen Allah’ın hükmü karşısında çıkmış
ilkel dayanaklarla hiçbir şekilde kadın erkek eşit olamaz diyor. Bu Allah’ın
hükümlerine karşı gelmek demek değil de nedir? Toplumun %50’sini oluşturan
kadınların sosyal, ekonomik, siyasal, dini vb. Haklarının ellerinden alınıp
edilgenleştirilmesi şimdi olduğu gibi gelecekte de uygarlığın sadece sömürüden
başka bir anlam ifade edemeyeceği gerçeğini gösteriyor bize. İyi “an”lar için
iyi “analar” gerek uygarlaşmış biz uygarlar için! Haydi iyi “an”lar için iyi
“analar” için el ele vermeye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder