“’Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum…’ Haraptarlı Nafi” Burada
Toptaş, kendi yarattığı karaktere söylettiği bu cümle ile daha romanın
başından, mutlak bir anlam aramaması, anlamın değişebilir ve en önemlisi
de kavranmak yerine hissedilebilir olması konusunda okuyucuya bir yol
açıyor. Postmnodern romanın önemli bir özelliği olarak da görülebilir bu cümle.
Toptaş. Bir epigrafmış gibi yarattığı bu Haraptarlı Nafi’nin sözü mutlak
gerçeğin olmadığını baştan duyumsatmaya çalışmasının yanı sıra kendi yarattığı
Haraptarlı Nafi kişisi de aslında epigrafiye yapılan bir ironi gönderme olarak
görülebilir. Buradan da daha romanın başından, bir kahramanın ve düz bir yolda
ilerleyen bir romanın olmadığını duyumsatır. Bir anlamda olmayan “Haraptarlı
Nafi” daha baştan beri bilmek istiyorsan bana değil, dal sana açılan bu
sayfalar arasında ve neyi bilmek istiyorsan, kendin bul. Okuyucuya bir nevi bir
görev vermeye çalıştığı görülmektedir.
“…aslında hiçbir zaman hiçbir yere gidilmiyor da, gidilmiş gibi
olunuyor. Ancak kelimelerle gidiliyor ya da kalınacaksa kelimelerle yaşanıyor,
kelimelerle gülünüyor, kelimelerle ağlanıyor ve sonunda gene kelimelerle kös
kös dönülüyor…” postmodern anlatılarda kelimeler bir araçtan çıkarılıp birer
amaç haline getirilmiş durumdadır. Anlatılmak istenen her ne varsa kelimelere
yüklenip bırakılır alınmak için ulu ortaya. Burada da Toptaş bir anlamda
kelimelerin yüceliğini bize duyumsatıyor. Kelimelerdir oturduğumuz
koltuğumuzdan bizi alıp ta Osmanlı dönemindeki hareme götüren, Alaaddin’i
aramamız için bizi MOTEL ROOM’a götüren, sokak serserileri arasında bizi gezdiren,
Asip dağına yönlendiren ya da Cervantes ile rüzgara kafa tutmamıza, Kafka ile
“dönüşmemize” kaynak olan. Kelimelerle diyardan diyara dolanırken aynı zamanda
oturduğumuz koltuğumuzdan bir yere de gitmiyoruz. Bir yanımız pergel gibi
oturduğumuz yere çakılıyken, bir ucumuz da Toptaş’ın rehberliğinde diyardan
diyara, zamandan zamana dolanıp duruyor. Başımızı romanımızdan kaldırdığımız
anda ya da Toptaş’ın arada bir başını kaldırıp romanın sayfaları arasından bize
pergelimizin diğer ucunu hatırlatmasıyla “kendimize” geliriz.
Toptaş hangimiz Alaaddin değiliz, der sıraladığı bu dizelerle; “Benim,
kimi zaman gözünü budaktan sakınmayan zorlu bir cengâvere, kimi zaman kadınsı
davranışlar sergileyen cariye yüzlü mahcup bir şehzadeye, kimi zaman da hedefini
şaşırmış bir deli oka, kendi karanlığına eğilmiş bir nazlı dala, ya da loş
saray köşelerinde küflenen sabır dağları arasında bin bir zahmetle
yetiştirilmiş bir gonca güle benzeteceğim bu gencin adı da, hiç kuşkusuz
Alaaddin olur.” Postmodern romanlarda sadece bir kahraman yerine birden çok
kişiye rol verilir. Bir orkestranın, bir araya gelip güzel bir armoni
oluşturması gibidir. Fakat postmodern romanda orkestradaki şef de herkestir ya
da herhangi bir kimsedir. Nasıl ki armonik bir sesin oluşması için her bir
enstrümana bir görev düşüyorsa postmoderndeki her karaktere de armoninin
tamamlanması için bir görev düşer. Herkes kendi sesiyle iştirak eder
“Alaaddin”i bulmak için Bin Hüzünlü Haz’a.
“Reklam filmlerinden oluşmuş korkunç bir sağanağın altında şemsiyesiz
devleşen eşyalar diyelim değil kaçmıyorum ağızlarını açmış ince belli çamaşır
makineleri ahu dilli kasetçalar diye ben buna şehla gözlü televizyonlar falan
futbolcu dün şiddetli öksürmüş eyvah kaçamıyorum yok sözdehiçim boşalıyor
yoksabendarkalçalı buzdolapları markasındanımsasla kaçamıyorum bakire koltuk
takımları podyum şirinleri feşmekan futbolcu da oh şarkıcının dalı narindir bu
yıl benimyılımolacakdemişebakın benim yarınım fritöz deyinceyok
niceksikızlararasındabiringibizonkluyorum yokaçamıyorummuyok kendiniçin
böyleyledin senderinsan olarakranlık hayallerindeydin ki, sonra işte o
cesetlerin arasında yüzlerne sıvanmış yapay bir hüzünle dolaşarak bir yandan
haber yakalamış olmanın sevincini örtmeye…” çağımızın vebası olarak
görülebilecek tüketim kültürünün getirdiği lüks ürün merakı, yeni teknolojik
araçlar, belirlenen kalıplara göre bir yaşam şekline sahip olma, kendi olamama,
suni yaşam şekilleri ve tüm bunların üzerinde yok olup giden yaşamlar… Toptaş
çağımızın bu vebasını postmodernizmdeki dilsel özelliklerden faydalanarak, bir
nevi bilinç akışı şeklinde karşımıza çıkarmıştır. İnsanlar, kullanılan
teknolojik araçlar, haberciler, maskeler, gerçekler, her şey birbirine karışmış
durumda özne, özneliğini bu yapaylık içinde kaybetmiş durumdadır. Bu da
postmodern insanın kafası karışıklığını, bir yere varmama, amaçsız yaşamını gözler önüne seriyor.
“ ‘Yüzlerce Alaaddin var,’ dedi ardından da, ‘ seninki ne iş yapar,
neyin nesi kimin fesidir, boyu posu nasıldır, boynuzu kulağı var mıdır; onu
söyle.” Metinlerarasılık bağlamında buna baktığımızda bahsi geçen Alaaddin’in
Sihirli Lambası’ına pekâla bir gönderme olabilir. Alaaddin bir lamba cini değil
midir? Cinler için de zaman, mekan, benlik sorunu olmadığına göre, böyle bir
yakıştırma mümkün olabilir. Bir diğer nokta ise “yüzlerce Alaaddin”in
varlığıdır. Alaaddin her yüze, her surete bürünebilir. Alaaddin belki de her
yere giderken, hiçbir yere gidemeyen, en iyiyi tükettiğini zannederken aslında
tükenen ve varlığını yoklukla kanıtlamaya çalışan günümüz insanıdır. “Sonra ben
orada, nedense ilk kez, artık Alaadin’i şehirde bulamayacağımı düşündüm. Aklıma
nereden estiyse, ‘Belki de bir anın içindedir o, ‘ dedim kendi kendime.” Postmodern romanın karakterini en iyi şekilde
yansıtan bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere sürekli bir arayış var, aranan da
arayan da birbirine karışmış durumda. Deyim yerindeyse kimin eli kimin cebinde
olduğu muallaktır.
Postmodern romanların göze çarpan önemli noktalarından biri de
metinlerarasılıktır. Yazdığım önceki satırları destekleyen bu alıntıda da Franz
Kafka’nın Dönüşüm adlı romanına gönderme var. “…gövdesi neredeyse bir insanınki
kadar vardı bu böceğin; benim az önceki halimi taklit edercesine sırt üstü
yatmış, bir yandan güçlükle başını kaldırıp kaldırıp kubbemsi karnına bakıyor,
bir yandan da hiç kuşkusuz doğrulup kalkabilmek için, acınılası incelikteki
bacaklarını oynatıp duruyordu.”
Zaman, mekan boyutunda da karakterlerde olduğu gibi net bir bilgiye
ulaşamamaktayız. Bir tarafta günümüzün teknolojik araçları, silahları, bir
taraftan kılıç şakırtıları, at kişnemeleri… “ At kişnemeleriyle otomobil
homurtuları, kılıç şakırtılarıyla makineli tüfek sesleri, uçak gürültüleriyle
atmaca çığlıkları ve divit cızırtılarıyla daktilo takırtıları da öyle… Hatta rüzgarlarla
rüzgarlar da…” zamanın, mekanın karmaşası içinde durmadan yazan bir daktilo
belki de asıl bizi yadırgatıp romanın akışında okuyucuya ve aynı zamanda bize
biçilen karakter rolünü hatırlatan ana noktalardan biridir.
Toptaş binlerin hüznünü binlerce dille, binlerce Alaaddin’e
paylaştırarak dünyanın dört bir yanına cesur şövalyelerle, yere sırt üstü
düşmüş böceklerle, binbir gece masallarıyla yayıyor. Rüzgarın fısıltısını
duyuyor musun? Biraz daha yaklaş. Evet, şimdi gözlerini kapa ve sessizce dinle,
Alaaddin geliyor, bedenini kaybetmiş ruhları teslim etmeye…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder