SCHOPENHAUER İLE OKUMAK, YAZMAK VE YAŞAMAK ÜZERİNE



    Arthur SchopenhauerOkumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine" yüzyıllar öncesinden içinde bulunduğu dönemi konuşurken bir de bakıyoruz aslında konuşulan bizim günümüzdeki durumlardan pek de farklı değil. Olaylar, insanlar, yazarlar ve kitaplar… Schopenhauer, 1788’de Danzig’in iyi halli bir aile çocuğu olarak yaşama merhaba dedi. Okumak, yazmak, düşünmek için yeterli maddi imkâna sahip olan düşünür elindeki tüm imkânları sonuna kadar kullandı ve çalışmaları onun üniversitede doçent olmasına kadar ilerledi. Ne var ki Schopenhauer ile aynı dönemde var olan bir diğer iddialı aydın Hegel de kendine yer edindi ve Schopenhauer’la aralarındaki çatışmaların da etkisiyle Schopenhauer bulunduğu kürsüyü ardında bırakarak Berlin’i terk etti. Yaşamının geri kalan kısmını Frankfurt’ta yalnız başına geçirdi. Hayata karşı yalnız duruşu ve düşüncelerini ifade ederkenki öfke dolu üslubu belki de Hegel ile aralarındaki felsefi düşünceden yenik düşmesinin payı vardır.  Schopenhauer ‘un “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine" adlı denemesi farklı bölümlere ayrılmış ve her bölüm ince bir titizlikle başlığını yansıtır şekilde tartışmanın göbeğine çeker okuyucuyu. İlk bölüm "İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Istırap ve Can Sıkıntısı" bölümüyle başlıyor. Yazar bu bölümde kendi deyimiyle “ahmak” ile dahi insan arasındaki farkı, can sıkıntısını sofistik bir dille kimi yerde bağıra çağıra kimi yerde durula durula anlatıyor. Denemenin ikinci başlığı “Okumak ve Kitaplar Üzerine”dir. Bu bölümde okuyucuları niteliklerine göre kategorilere ayırıp iyi okuyucu ile kötü okuyucunun kitaplar karşısındaki duruşunu kendine has üslubuyla anlatır. Schopenhauer, “Yazarlık ve Üslup Üzerine” adlı bölümde yazarların niteliklerini ve arkalarında bıraktıkları eserlerdeki duruşları üzerinde durur. İyi bir yazarın ve üslubun nasıl olması gerektiğini sivri bir dille uzun uzadıya anlatır. Yazarın kişiliği, yaşam tarzı, hayata ve insanlara karşı duruşunu dikkate alarak okumamız gerekir. Önemli ve son başlığı ise “Düşünmek Üzerine”dir. Yazarı anlayabilmek için belki kitabın bu son başlığından başlamak daha yararlı olur.

    Genel manada Schopenhauer’un “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine"sini okurken ister yazarın dönemindeki koşullardan bakın ister günümüzden bakarak eleştirinizi yapın her iki noktadan da aynı kapıya çıkarsınız zira filozofumuzun yaptığı her tespit günümüz koşullarını neredeyse birebir yansıtıyor. Günümüzün popüler yazarları nasıl saman alevi gibi parlayıp sayısız kitleyi ardına takıp ertesi gün hiç öyle bir durum vuku bulmamış gibi sokakta bakılıp da görülmeyen bir hal alır.    “( …) ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar(…) ( Sf. 24 )”  Schopenhauer’a göre mutluluğun yolu yalnızlıktan geçer. Ancak yalnız kalan insan acı ve ıstırap veren toplumun her türlü yaptırımlarından kurtulabilir. Böylece birey bir güruhun içinde kaybolup gitmek yerine asıl mutluluğunun kaynağı olan kendisinin üzerine eğilebilir. Kendi kendine yetebilir duruma gelebilir. “Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden (harici sıkıntıdan) azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır-haddizatında başka insanlar da ona -o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur.( Sf. 37 )” Schopenhauer, can sıkıntısını sıradan insanların uydurduğu bir nevi yaşamı öldürücü etken olarak görür. Ona göre iradeye hâkim olmanın yegâne yolu boş zaman ve akabinde can sıkıntısının temelini iradesizlik oluşturur. Yüksek bir iradeye sahip olan bireyler zamanı en iyi şekilde kullanmanın yollarını ararken kendi deyimiyle “ ahmaklar” zamanlarını öldürmenin yollarını aramaktan geri durmazlar. “Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarını düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan zamanını nasıl kullanacağıyla meşgul olur. Sınırlı akla sahip insanların can sıkıntısına meyyal olmalarının nedeni akıllarını iradenin sevk edici gücünü harekete geçirmekten başka bir şey için kullanmamalarıdır:  ve iradeyi harekete geçirecek özel bir şey olmadığında, atalet halinde kalır ve akılları tatil eder. Çünkü irade gibi o da, sahneye koyacağı harici bir şeye ihtiyaç duyar. Sonuç bir insanın sahip olduğu güç her ne ise onun korkunç bir durgunluğu-tek kelimeyle can sıkıntısıdır ( Sf. 39 ).”  Yazara göre birey hiçbir zaman birey olduğunu unutmamalıdır. Elimizde, avucumuzda her ne varsa insana dair, gerek doğanın bir kanunu olarak gerekse şartların bunu gerektirmesinden dolayı eninde sonunda tükenmeye mahkûmdur. Bunun farkına varan birey her zaman önceliği kendine verir. Zamanı gelip de yaşamından el etek çeken her kim varsa onlara yas tutmak yerine kendine tutunmayı bilir. Yaşamının devamını kendiyle barışık bir şekilde gönlünce geçirebilecek gücü kendinde bulur. “Bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı insanın kendisidir. Bu ne kadar böyle ise-bir insan hazlarının kaynaklarını ne kadar kendisinde buluyorsa -o kadar daha fazla mutlu olacaktır.  Çünkü mutluluğun diğer bütün kaynakları doğaları bakımından güvenilmez, kuşkulu, sallantılı, kısa ömürlü ve şansın elinde oyuncaktırlar ve hatta en uygun koşullar altında bile kolaylıkla tükenebilirler; o kadar ki bu kaçınılmazdır, çünkü her zaman insanın erişim alanı içinde değillerdir. Ve yaşlılıkta mutluluğun sözü edilen bu kaynakları kaçınılmaz olarak kurur:-aşk bizi o zaman terk eder ve nükte, seyahat arzusu, atlardan hoşlanma, toplumsal münasebetlere eğilim, dostlar ve akrabalar da ölümle, elimizden alınır. O vakit bir insan her zamankinden daha fazla, kendisinde sahip olduğu şeye bağımlı hale gelir; çünkü ona en uzun bağlı kalacak, onu terk etmeyecek olan budur ve hayatın herhangi bir döneminde mutluluğun tek hakiki ve uzun ömürlü kaynağıdır.( Sf. 42 ).” Ölümsüz bir eseri ölümsüz kılan unsurlar asırlar geçmesine karşın mükemmeliyetini her çağda farklı şekillerde olsa bile hissettirir. Bu özelliği onun ölmesine hiçbir zaman izin vermez.“Bir eserin ölümsüzleşmesi için ziyadesiyle çok mükemmeliyetlere veya harikuladeliklere sahip olması gerekir, öyle ki bunların hepsini birden anlayıp değerlendirecek bir insan öyle kolay kolay bulunamaz; dolayısıyla çağlar boyunca bunların kah birini kah diğerini anlayıp takdir edecek insanlar çıkacaktır; bu eserin itibarını uzun yüzyıllar boyunca ve sürekli değişen ilgilere karşın muhafaza etmesi anlamına gelir, çünkü önce bir anlamda, daha sonra bir başka anlamda takdir edileceğinden ilgi hiçbir zaman tükenmeyecektir ( Sf. 89 ).”

   “Ağzı olan konuşuyor” deyiminden hareketle her önüne gelen anlık bir heves ya da farklı getiriler umarak “ oluk oluk mürekkep sarfiyatından” geri durmaz. Kısa zamanda köşeyi dönmeyi ifade eden bu kavramların fiili hayata katılmalarının önüne geçebilecek önemli mekanizmalardan biri de edebiyat dergileridir. Edebiyat adına bir nevi kalite kontrol görevini üstlenip gerçek hazinelerin üzerini örtmelerine engel olmaları gerekmektedir. “Zamanımızda çalakalem yazmaktan meydana gelen oluk oluk mürekkep sarfiyatına ve dolayısıyla gittikçe yükselen beş para etmez süprüntü kitaplar seline karşı edebiyat dergileri bir bent bir set işlevi görmelidir. Çünkü onların kitapları hatır gönül gözetmeden, dru ve adil şekilde değerlendirmeleri gerekir ve ( bu sayede) yetersiz yeteneksiz bir yazarın kaleminden çıkma her kitap müsveddesi, (satın almakla) boş bir kafanın boş bir kesenin yardımına koştuğu her çalakalem yazı örneği dolayısıyla yayınlanmış olan kitapların onda dokuzu acımasızca kırbaçtan (süzgeçten) geçirilmelidir ( Sf. 90 ).”
   Günübirlik yazarların en önemli hatta onları ayakta tutan tek özellikleri büyük, onlar için ulaşılmaz olan yazarları taklit etmeleridir. Bunun doğal sonucu olarak varlıkları da kısa bir süre sonra yok olup gider.  “Bir başka kimsenin üslubunu taklit etmek bir maske takmaya benzer. Maske ne kadar güzel olursa olsun cansız olduğu için çok geçmeden yavan ve tahammül edilmez bir şey haline gelir; dolayısıyla tasavvur edilebilecek en çirkin çehre bile olsa değil mi ki canlıdır, maskeden daha iyidir ( sf. 98 ). (…)Neticede söylemeleri gereken şeyleri zorlama ve çetrefıl bir dille söyler, yeni sözcükler uydururlar ve düşüncenin etrafında dolanan ve onun üzerini örten uzayıp giden cümleler kaleme alırlar. Söylemek istedikleri şeyi, biri aktarıcı dilleri onun üzerini örtücü olmak üzere iki ayrı çabanın arasında bocalayıp dururlar. Derin ve allame görünmek için o düşünceyi süsleyip püsleyip muhteşem göstermeye çalışırlar ve böylelikle insanlarda elan algıladıklarından çok daha fazla şey olduğu fikrini uyandırırlar ( Sf. 100 ).” Yazar niteliksiz ve günümüzün argo deyimiyle “çakma” yazarların ortaya çıkış şeklini ve gerçek manada yer edinmemesinin gerekçelerini ve onların bayağılıklarını sıraladıktan sonra asıl nitelikli yazarların icraatlarını, toplumdaki konumlarını şu sözlerle aktarır: “Buna mukabil akıllı insanlar yazdıklarında bizimle gerçekten konuşurlar ve bu sebepten ötürü hem bizim ilgimizi çekmeye hem de bizi eğlendirmeye"  muvaffak olurlar. Sadece akıllı yazarlar kullanımlarına hakkıyla dikkat ederek sözcükleri bir araya getirir ve onları titizlikle seçerler. O nedenledir ki onların üslupları ile yukarıda sözü edilen yazarlarınki arasında, gerçek bir ressam elinden çıkmış bir resimle bir şablon marifetiyle yapılmış basmakalıp tablo arasındakine benzer bir ilişki vardır. Birinde her bir sözcük, tıpkı her bir fırça darbesi gibi özel bir anlama sahiptir. Oysa diğerinde her şey mekanik biçimde yapılmıştır ( Sf. 107 ).”

    Özellikle söyleyecek bir şeyi olmayan insanlar çok şey anlatıyormuş görünmeye oldukça meraklılardır. Bunun temelinde yatan şey “ben bir hiçim. Ama aynı zamanda sizi kullanmaya ihtiyacım var” der. Kendi emeline ulaşmak için de bilmediğini bildiği şeyi etkilemek istediği kitlenin anlamayacağı ama oldukça anlamlı bir şeyler anlatıyormuş intibaını uyandırma yoluna başvurur. Bu da en iyi şekilde anlaşılmayan bir dili kullanmakla mümkün olur. “İnsanlar olağanüstü şeyleri söylemek için herkesin kullandığı dili kullanmalılar, fakat tam tersini yapıyorlar. Hiçbir kıymeti olmayan fikirleri muhteşem, görkemli sözcüklere büründürmeye çalıştıklarına ve çok sıradan düşüncelerine en acayip, en işitilmedik, en yapmacık, en nadir ifadeleri giydirdiklerine tanık oluyoruz. Cümleleri sürekli olarak yerden bir metre yüksekte cambaz ayakları üzerinde dolaşır durur. Tumturaklı ifadelerden hoşlanmalarına ve genellikle görkemli, mübalağalı, kibirli-kurumlu, hakikatsiz ve cambazane üslupla yazmalarına gelince, bu konuda onların pirleri, (Shakespeare'in Henry IV, Bölüm II Sahne V, Perde 3'deki) dostu Falstaff tarafından bir keresinde en sonunda dayanamayıp " Yalvarırım ne söyleyeceksen bu dünyadan bir adam gibi söyle" diye kendisinden ricada bulunulan Pistol'dür ( Sf. 109 ).” Schopenhauer kötü bir yazarın acı durumunu anlatmanın yanında iyi bir yazarın eserlerinde bulunması gereken nitelikleri de ince bir analizle dile getirir. “(…)iyi bir üslubun en başta gelen kuralı bir insanın belli bir zamanda sadece tek bir açık fikre sahip olabilmesi olmalı, dolayısıyla ondan bir ve aynı zamanda iki veya daha fazla şeyi düşünmesi beklenmemelidir. Fakat bir ana cümle bu amaçla küçük parçalara bölündüğünde oluşmuş olan yarıklara bu (birden fazla düşünceyi) parantez cümleler olarak sokuşturan yazar ondan bunu bekler. Böylelikle yazar onun kafasını gereksiz yere ve tamamen keyfi biçimde karıştırmış olur ( Sf. 120 ).” “Dil bir sanat eseridir ve ona bir sanat eseri olarak, dolayısıyla nesnel biçimde bakılması gerekir. Dil aracılığıyla ifade edilen her şey bu yüzden kurallara uygun olmalı ve onun amacıyla uyuşmalıdır. Her cümlede cümlenin ifade etmesi gereken şeyin gerçek anlamda ispatı mümkün olmalıdır, çünkü maksat yahut ifade edilecek şey cümlede nesnel olarak bulunur ( Sf. 127 ).”

    Düşünce babında söyleyecek sözü olan ile söylenen sözle hareket eden birey arasındaki ayrımı şu sözlerde görülür: “Okumak kişinin kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir. Fakat kişinin kendi kendisine düşünmesi tutarlı bir bütünü, bir sistemi-her ne kadar o tam anlamıyla eksiksiz bir sistem olmasa da-geliştirmek için çabalamasıdır ( sf. 134 ).”

    Kendi düşünce sistemini oluşturan bireyler belli bir kesimin ya da içinde bulunduğu herhangi bir toplumun dayatmalarını olduğu gibi benimsemek yerine “ benim de bir sözüm var hayata dair” deyip yumruğunu masaya vuranlardır. Bu noktadan sonra sunulanı kabullenmek yerine kendi düşünce sistemini teyit ettirmekten başka bir dayanağa ihtiyaç duymaz.  “Kendi kendisine düşünmesini öğrenmiş bir insan kendi kanaatlerini kendisi oluşturur, otoritelere ancak daha sonra başvurur, başvururken de amacı sadece kendi görüşlerini onlara teyit ettirmek ve böylelikle kendine olan inancını güçlendirmektir ( Sf. 132 ).”
   Schopenhauer düşünceyi sevgiliye benzetir. Sevgiye o an vereceğimiz değer sevgiyi o andan çıkarıp sonsuzlaştırır. O an gereken değeri vermediğimiz takdirde sevgi de seven de yok olmaya mahkûmdur. İşte iyi bir düşüncenin ortaya çıkışı da böyledir. Heyecan verici bir şekilde ortaya çıkan düşüncemizi sistemleştirip gereken değeri vermediğimiz takdirde bu düşüncemiz zorunlu bir şekilde sonsuzluğa doğru bizden uzaklaşır. “Bir düşüncenin çıkagelişi sevdiğimiz birisinin teşrifi gibidir. Bu düşünceyi hiçbir zaman unutmayacağımızı ve bu sevilen kimsenin asla bize kayıtsız hale gelemeyeceğini zannederiz. Fakat gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Eğer onu yazarak zaptı rapt altına almaz isek en güzel düşünce bir daha ele geçirilemez biçimde unutulma ve eğer o sevgiliyle evlenmez isek terk edilme tehlikesi altındadır ( Sf. 140 ).”






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SUSAM VE ZAMBAKLAR